İnsanın en eski, en korkakça ve en cahilane savunma mekanizması hatalarının, başarısızlıklarının, beceriksizliklerinin sorumluluğunu başkalarına yüklemektir.
Bu tutum, kişiye bir rahatlama hissi verse bile aslında kişinin hem ruhsal gelişimi hem de toplumsal ilişkilerini körelten bir alışkanlığa dönüşür.
Başkalarını suçlayarak yaşayanlar kendi iç dünyasında yüzleşemediği bir korkunun, yetersizlik duygusunun pençesinde ezilen, kendisinin farkında olmayan kişilerdir.
Bu kişiler için hayat, “ben” ve “ötekiler” arasında geçen bir savaş gibidir. Başarısız olduklarında, hayat planladıkları, istedikleri gibi gitmediğinde, ilişkileri bozulduğunda hemen bir “günah keçisi” ararlar.
Çünkü kendi hatasını, eksikliğini görmek kişinin sorumsuzluğu, ihmalkârlığı, tembelliği, kibri ile yüzleşmesi demektir ki, bu yüzleşme cesaret ister, korkakların işi değildir.
Aslında kişi, hatalarının kaynağının kendisi olduğunu kabul ettiğinde sorumluluğu üstlenerek gerçeklerden kaçmaktan kurtulacağı için özgürleşecektir.
Özgürlük kendi seçimlerinin farkına varmaktan geçer. Bu da “Benim bu halim onlar yüzünden” diyerek kendi hayatının yönetimini, başka bir deyişle kaderini başkalarının ellerine teslim etmemekle olur.
İnsan hatalarıyla, kusurlarıyla yüzleştiği anda daha güçlü olur çünkü hatalar ders alındığında iyi birer öğreticidir.
Bu davranış şekli toplumsal olarak ele alındığında topluma, yöneticilere, liderlere yansımaları; bir toplumun ve özellikle toplumu yönetenlerin hatalarını, başarısızlıklarını, beceriksizliklerini sürekli dış güçlere, diğer hükümetlere, diğer liderlere, halka özetle “ötekilere” yüklemesi şeklinde karşımıza çıkar.
Böyle bir toplumda eleştirel düşünce, sorgulama, eleştirme olamayacağından bahane kültürü en üstten en alta toplumun damarlarına sızar ve bu durumda ilerleme çabaları, gelişme ve değişim isteği yerine başarısızlıklar, hatalar, beceriksizlikler için suçlu arayışı baskın hale gelir.
Sonuç olarak, başkalarını suçlayarak yaşayanlar, kendi iç dünyalarında zincirlenmiş, kendi duygularının zindanında yaşayan kişilerdir.
O zinciri kırmanın ve o zindandan çıkmanın tek yolu hatalarını görmek, sorumluluğu üstlenmek, eleştiriye açık olmakla olur.
Çünkü insan, her açıdan, kendi hayatının öznesi olmadığı müddetçe kendisini kapattığı duygusal zindandan dışarı çıkamaz.
Sonuçta “kendini aklayan değil, kendini anlayan insan olmakla” kişi insan olur, birey olur, özgürleşir.
Mevlana’nın dediği gibi;
‘‘Kendini suçla, dünya suçsuz olur. Suçlamak, cehaletin perdesidir; anlamak ise hakikatin kapısı.
Kendini bilen, kimseyi suçlamaz. Kendini bilmeyen, herkeste kendini arar.
Ve bir gün anlar ki: Bütün suçladıkları, aslında kendisidir.’’
Bir yanıt yazın