Başka yerleri bilmem ama Erzurum’da, hemşehrimiz Cemal Gürsel’den sonra, bu unvanı alan ikinci kişi O’ydu…
“Aga”
Dikkat buyurun “ağa” değil; “aga”…
İrfan Aga…
Babacan, mert, kalender… Ya da efendi, bey…
Evet; bütün bu sıfatlar O’nda sırıtmadan dururdu ve sanki O’nun nevi şahsına münhasır sıfatlardı…Meslek hayatımın ilk yıllarında tanıdım kendisini… Aramamızdaki yaş farkına rağmen, “arkadaş” olabilmeyi başarmış iki kimseydik. Daha doğrusu bu başarının baş mimarı İrfan Aga’ydı.
Hoşgörü sahibiydi, latifeyi severdi ve zeki bir insandı.
Avni Aslan’ın teras katında veya yaz ise bir piknik alanında defalarca birlikte oturduk, birlikte dertleşip, birlikte sevindik.
Erzurum’un dışında olduğu zamanlar da hep Erzurum’la meşguldü ve bir yanı hep buradaydı.
Çok sıkı okurlarımdan biriydi; hele de sert yazılar yazdığımda muhakkak telefonla arar, yazıda eksik bıraktığım yerleri büyük bir nezaketle tamamlardı.
İrfan Aga, ölüp görüp ağlayan, düğün görüp oynayan güzel ve yiğit bir Erzurum efendisiydi.
Erzurum’un en popüler, en etkin ve en güvenilir kişilerinden biri olan meslek büyüğümüz Kızılay Başkanı Mithat Turgutcan’ın ve en az Mithat Bey kadar tanınmış olan merhum Servet Bey’in kardeşiydi. Ama bir defa dahi olsa bir masada, ne ağabeylerinin şöhretine sığındı, ne de mezar taşıyla iftihar edenlerden oldu…
O, ferd-i vahitti.
Makamı cennet olsun, İrfan Aga toplum insanıydı… Misal; bir otobüs muavini de O’nunla oturup yarenlik edebilirdi, büyük şirket sahibi de… Çevresi ne kadar genişlemiş olursa olsun, önce tanıdıklarını asla unutmayan numune bir şahsiyetti.
Dün Asri Mezarlık’ta, Mithat Bey’in birkaç yıl önce kendisi için yaptırdığı mezarlığa O’nu defnettik…
“Başkan kendisine anıt mezar yaptırmış, İrfan Aga ne diyorsun?” şeklinde sorulduğunda, gülmüş ve “Kime niyet kime kısmet efendiler” karşılığını vermişti.
Öyle de oldu; Allah gecinden versin muhterem Başkan Mithat Bey; titiz, temkinli, centilmen ve çok nazik bir insandır. Nasılsa günün birinde her canlının ölümü mutlaka tadacağı ilahi düsturundan hareketle, hayattayken görenlerin türbe zannettiği bir kabir yaptırmıştı.
Adını bile yazdığı o türbe görünümlü kabre dün, İrfan Aga konuldu…
Çünkü ağabeysi Mithat Bey öyle istedi.
Demek ki o hazır kabir iki kardeşten birine nasip olacaktı, İrfan Aga’nın oldu…
Erzurum’daki suç çetelerini yazıp-çizdiğim bir dönemdi. Ve aylardan ramazandı.
Telefonun ucundaki kişi İrfan Aga’ydı; “Mehmet Paşa, bugün iftarda beraber olacağız, unutma filanca adrese gel” dediğinde hiç şaşırmamıştım. Çünkü hemen her ramazanda bir veya birden çok birlikte olurduk; yaşça benden büyük arkadaşlarımla…
Denilen adrese vardığımda, rahmetli Vedat Kobaza gibi tanıdıklarımın yanı sıra, tanımadığım ve daha önce hiç görmediğim kimseler de vardı.
İftar sofrası muhteşemdi, etrafta hanım namına kimse gözükmüyordu ama sofra usta birinin elinden çıkmıştı.
Çay faslında, İrfan Aga sık sık yaptığı iltifatlarında bulundu ve şahsımı o tanımadığım kimselere abartılı biçimde takdim ettikten sonra, “Mehmet Paşa, sen bu mafya – çete işlerini yazıp duruyorsun, hele bir anlat bize mafya nedir, çete nedir?” şeklinde sordu.
Bizim İrfan Aga işte…
Beni çok sevdiği için, “uzman” gözüyle bakardı çoğu defa.
Neyse, bir şeyler söyledim. Tam susuyordum ki, hemen yanımda oturan ve ev sahibi olduğunu zannettiğim zat, elimi eline alarak babacan bir üslupla, “Mehmet Beyciğim bunlar gayret ediyor ki bana sövdürsünler. Hani şu Oflu Osman denilen garip benim; adımız mafyaya çıkmış ya…”
İrfan Aga öyle bir insandı; eski mafya babası ile çetelere savaş açmış bir gazeteciyi aynı masada oturtup kimsenin şerefine ve ilkesine halel gelmeksizin sohbet ortamı oluştururdu.
O tarihlerde Oflu Osman, mafyalığı mazide kalmış, medyada saygın bir işadamı olarak anılıyordu…
İrfan Aga, Erzurum’da hemen herkesin cemaz ul evvelini bilirdi. Ama O’nun lûgatında kimseye iftira, kin ve nefret yoktu.
80 yıllık dolu dolu yaşanmış bir hayatı geride bırakarak, dün ebedi yolculuğuna çıktı; Yaradan’a kavuştu.
İrfan Aga da, babam yaşlarındaki arkadaşlarımdan biriydi. Son yıllarda sık aralıklarla görüşemiyorduk ama O orada, ben burada bilirdik ki, iki sevgili dostuz…
Allah gani gani rahmet eylesin ve taksiratını affeylesin…
Sezai Karakoç, “İyi insanlar iyi atlara binip gittiler” diyerek, ebediyete göç eden dostlarını anlatırken; Necip Fazıl da, ölümü şu solmaz mısrası ile güzelleştiriyor:
“Ölüm güzel şeydir, budur perde arkasından haber;
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”
Ya Rap! Cümle geçmişlerimize rahmet eyle, merhametini ve keremini üzerimizden esirgeme…
Mehmet ŞENER
Bir yanıt yazın