İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara demişler ya, Ermeniler de bu düsturdan hareketle, “…Hazır Ramazan da geldi; Türkler nasılsa Ramazan’da cömert, merhametli ve munis olurlar… Tam zamanıdır, Erzurum’dan Kongre Binası’nı, Ankara’dan Çankaya Köşkü’nü isteyelim.
Elbette ki sadece bu ikisi değil, başka talepleri de var; diyorlar ki “Verin de ne kadar verirseniz verin.”çankaya Köşkü, yani eski adıyla “Papaz’ın Bağı”, bir zamanlar üzüm bağlarıyla ve üzüm şaraplarıyla meşhur bir yerdi ve adından da anlaşılacağı gibi, bir papaza aitti. Ne vakit Ankara Milli Mücadele’nin üssü oldu, ardından kurulacak yeni devletin baş şehri olmaya namzet gösterildiyse, Papazın Bağı da kıymete bindi.
Sonrası malum…
Ermenilerin, Papazın Bağı’nda gözlerinin kalmış olmasını anlıyorum da, Erzurum Kongre Binası olarak bugün müze gibi kullanılan bu binayı niye istiyorlar anlayamadım.
Çünkü 1919 yılında Erzurum Kongresi’nin yapıldığı bina, bu bina değil ki… O bina, kongre tarihinden üç beş yıl sonra bilinmeyen bir sebeple çıkan yangında kül olmuş; uzun aradan sonra bugünkü sanat mektebinin binası, temsili olarak kongre binası diye inşa edilmiş.
Dolayısıyla Ermeniler bu konuda çuvalladılar. Son derece sıradan, tarihi ve manevi bir özelliği olmayan bu taş binayı alıp da ne yapacaklar ki?!
Maksat, Milli Mücadele ruhunu ve Erzurum Kongresi’nin yüceliğini rencide etmekse şayet, her aklı başında Ermeni bilir ki, bu boşuna bir çaba olur.
Bu sebeple gerçekten anlayamıyorum: Ermeniler durup durup ne istiyorlar bizden? Toprak mı, bina mı, para mı, kan mı; ne?
Çünkü her birinin bedeli ya ayrı ayrı ödenmiş ya da her biri için yeni bedeller gerekiyor.
Acaba Ermeni hangisine hazır:
Bedel ödemeye mi, bedel ödetmeye mi?
Bence Ermeni ne istediğini bilmiyor.
Neyse, bakın birkaç yıl önce yine böylesi bir gelişme karşısında neler yazmışız. Birlikte hatırlayalım…
Aydın olmanın yolu…
Merhum Attilla İlhan, “Bu ülkede her zaman yüzde on hain kontenjanı vardır” demişti. Bu teşhisin doğruluğu, özellikle son yüz yılda öyle açık ve çarpıcı biçimde kanıtlandı ki; bunca haine rağmen, bu ülkenin ayakta nasıl kaldığına şaşmamak mümkün değil. Öncesi de var ama asıl İngiliz kuklası Damat Ferit’le temayüz eden “yerli hainler”, en çok da ulusumuzun “ateşten imtihan”ı sırasında çirkin yüzlerini gösterdiler. Üç paralık çıkarları ve pis kellelerini kurtarma uğruna, düşmanla işbirliği eden hain takımı, yalnızca Milli Mücadele’ye karşı direnmemiş aynı zamanda, halkın kurtuluş umudu gördüğü önderleri de düşman kasaplarına ihbar etmişlerdi.
Aradan geçen seksen küsur yıla rağmen, ülkeyi ve mensubu olduğu milleti arkadan hançerleme sevdasında olanlar, anlayışlarından hiç bir şey kaybetmediler. İki yüzlü Batı’nın destek ve teşvikiyle, “maaşlı hain” kadrosuna geçen kimi sözde yazar veya aydınlar, aldıkları para oranında sövüp saymaya devam ediyorlar. En çok söven ve en etkili iftirada bulunanlara bir de “büyük ödül” verip, üstüne adamın rüyasında göremeyeceği kadar da para bahşediyorlar!
Adamın ne yazdığı kitaplara dönüp baktıkları var ne de edebi kişiliğinin dünya ölçeğindeki yerinin neresi olduğunu sorguluyorlar. Yalnızca, ülkesi ve milleti için ettiği lafın çapına ve kaç büyüklüğünde deprem etkisi yarattığına bakıyorlar. Her laf hedefine ulaşmış ve her sarsıntı belli bir şok dalgası yaratmışsa, iş tamamdır. O vakit ver gitsin büyük, büyük ödülleri…
Adama dediler ki, “Fransa için ne söyleyeceksin?”
Uzunca bir süre mırın kırın ettikten sonra, “O siyasi bir karardır” deyip, aklınca “aydın tavrı” takındı. Oysa şunu da sorabilirlerdi:
“Madem Fransa’nın bu tavrı siyasidir; o halde senin yaptığın iftiranın konusu da tarihtir. Halbuki sen tarihçi değilsin. Bilgi alanın dışında konuşurken, ‘benim alanım değil’ demedin. Gerçi bu iftiranın ödülünü fazlasıyla aldın ama…”
O’nun kadar ünlü değil; hatta henüz O’nun bir “büyük ödül”ü şimdilik yok ama, tüm enerjisini tüketerek, o yolda azimle ilerleyen bir çömez daha var. O da, hemen hemen aynı noktadan hareketle sözde bir roman yazmış ve baştan aşağı yalanlarla dolu bu paçavrada, Türklerin, Ermeni soykırımı yaptığını ballandıra ballandıra anlatmış.
Her ikisi de devletin üst kademelerinden tebrik alıp, ayakta alkışlandı. Her ikisi de “Büyük Türk yazarı” olarak, kutsandılar.
Buradan soruyoruz:
Milli Mücadele yıllarında, işgal kuvvetleriyle işbirliğine girip, ulusunu arkadan hançerleyen hain takımı ile yine ulusu ve ülkesi için akla ziyan iftiralarda bulunan bu sözde yazarlar arasında ne fark var?
Biz söyleyelim; Milli Mücadele yıllarında hainlik ettikleri tespit edilenler sonradan teker teker layık oldukları cezalara çarptırıldılar. Ama şimdiki hainler hem içeriden hem dışarıdan bol bol para ve başkaca ödüllerle onurlandırılıyorlar!
Bazen Damat Ferit ve takımına “hain” demekle acaba haksızlık mı yapıyoruz demekten kendimi alamıyorum. Çünkü etrafı saran ve devletin üst kademelerinden de itibar gören bu hainleri ve sahip oldukları konumu görünce, bu ülkede insanların hain olmaları nasıl da özendiriliyor diye düşünüyorum.
Neyse… Bizimkisi züğürt tesellisi, baksanıza Diyarbakır Belediye Başkanı’nın cüretkârlığına ve nasıl himaye gördüğüne…
O’nun gibi daha binlercesi var bu ülkede ve fırsatını buldukları an, tıpkı Ermeni Taşnak çetecilerinin yaptığı katliamı yapmaktan geri durmayacaklar.
Siz siz olun oynan oyunların nereye varmak istediğini görün…
Mehmet ŞENER
Bir yanıt yazın