Her canlı ölümü tadacaktır ilahi gerçeği, 85 yaşındayken Necmettin Erbakan’ı da kuşatıp, kucakladı.
Allah; rahmeti ve mağfiretiyle muamele buyursun…
O; bir dava adamı, bir öncü, sadık bir yoldaş, gözü berk bir Anadolu insanıydı…
İnandığı gibi yaşadı, inançlarından taviz vermedi.
Bugün AK Parti diye bir gerçek yahut da Türk siyaset hayatında kimseye nasip olmayan bir politik başarı varsa -ki fazlasıyla var- kuşkusuz ki bunun temelinde, tam da kendisine yapılan zulmün yıldönümüne bir gün kala, Hakk’a yürüyen merhum Erbakan Hoca’nın koyduğu harç vardır.
Bugün 28 Şubat, yani o utanç verici tarihin yıldönümü…
Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür… Lâkin bu 28 Şubat, demokrasi ve hukuk adına öyle melun bir tarihtir ki, vicdan ve izan sahibi kimsenin unutması mümkün değil.
O sürecin firavunları, “bin yıl sürecek” demişlerdi!
On yıl bile geçmeden yerle bir oldular.
Çünkü savundukları gerekçeler, kaynağını demokrasiden, hukuktan, insan haklarından ve ahlâktan almıyordu.
Soygun ve talan düzenine kılıf uydurmak için, “Devlet elden gidiyor” dediler. Bu millet kısa zamanda gördü ki, elden gidiyor dedikleri şey sadece ve sadece o komplocuların kesilen muslukları ve kurdukları soygun düzenidir.
Yalan haberler, bindirilmiş kıtalar ve sahte şeyhler el ele verip, milli bir Başbakan’ı iktidardan uzaklaştırmak için, akla hayale gelmeyen oyunları sahnelediler… Ve sonunda da Erbakan gitmesine gitti ama Türkiye bugün bile bedelini hâlâ ödediği, korkunç bir yıkım yaşadı.
Ne andıçları unuttuk, ne de Sincan’da yürütülen tankları…
Aymazlık ve fütursuzluk öyle bir hal almıştı ki, Mustafa Kemal’e kucak açmış ve Milli Mücadele ateşini tutuşturmuş bir şehri, dağların sırtına kazıdıkları, “Ya yolunda gideceğiz, ya uğrunda öleceğiz” şeklinde tehdit ettiler. Hatta o tehdide itiraz eden Palandöken Gazetesi’ni Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne yolladılar.
Bakmayın siz bugünün sahte demokrasi kahramanlarına… Biz biliyoruz o günlerde kimlerin nasıl tornistan ettiğini ve kimlerin nasıl kuyrukçu olduğunu…
Şimdi rahmet, şükran ve minnetle andığımız Erbakan Hoca, o süreçte isteseydi ülkeyi kan gölüne çevirir ve belki de kurulan bütün komploları ters yüz ederdi. Ama O, zayıf bir ihtimal de olsa kardeşkanı akar endişesiyle, yapılan zulmü sineye çekti ve meşru iktidarını, gayri meşru olan darbecilere terk etti.
O günler; bu milletin tarihindeki en karanlık, en çirkin ve en utanç duyulacak günlerindendi…
Duvarların dili olsa da anlatsa, bugünün kimi mağrurları o günlerde sırf ‘paşa beni görsün’ diye elinde rakı kadehi resepsiyonda türlü dalkavukluk ve şarlatanlık yapardı.
Ama Erbakan, ömrü boyunca neyse hep o oldu…
O, hep bir sağduyu insanıydı.
Bugün Libya diktatörü Kaddafi gibi de yapabilirdi:
“Bana inanan ve güvenenler sokağa insin, mücadele etsin”
Böyle demedi…
Bilakis tam aksine herkesi mutedil olmaya ve demokrasiye bağlı kalmaya davet etti. Darbecilerden intikamını, sağduyusu sayesinde öğrencilerinin kuvvetli iktidarı ile aldı. Esasında o intikam, merhumun kişisel hıncı filan değildi. O intikam, bütün bir mazlum milletin hakkının teslimiydi.
Veya hakikatin çıplak tecellisi…
28 Şubat sürecinin üzerinden çok zaman geçti.
Merak ediyorum, acaba o sürecin aktörleri ve figüranları hiç vicdan muhasebesi yaptılar mı?
Biliyoruz ki bir kısmı çoktan göçüp gitti, lâkin bazı “kahraman”ları hâlâ hayatta ve kimse şu ana kadar bu darbecilerden adalet önünde hesap sormuş değil.
Yani 28 Şubat öylece duruyor orada…
Oysa gün şu olmuştu:
Ordu, siyaset, medya, yargı, iş dünyası ve yerli-yabancı çıkar odakları el birliği yaparak hukuksuz biçimde, seçilmiş iktidarı devirdiler.
Doğruydu, değildi ama O son nefisine kadar, “ibadet” diye gördüğü siyasette, yılmaz bir mücadele verdi.
Milli Nizam’la başlayıp, Milli Selamet’le ivme kazanan “İslami çizgide siyaset” geleneği, her defasında önüne konulan yüksek bariyerlere rağmen, farklı isimler altında da olsa Erbakan Hoca’nın mutlak kontrolünde hep daha güçlendi ve sonunda milli bir kök haline geldi.
Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde onlarca parti ve birbirinden iddialı genel başkan gelip geçti. Bugün birçoğunun adını bile hatırlamıyoruz. Oysa merhum Erbakan ve yürüttüğü siyasi akım sürekli kalıcı oldu. Bu da, Erbakan’ı ve siyaset anlayışını ötekilerden farklı kıldı.
Hoca, hiçbir zaman alışılagelmiş kalıplara girmedi. Bu yüzden de sistem, O’nu ve ekibini daima oyun dışında bırakmaya çalıştı.
Misal: kurduğu bütün partiler, ya askeri idareler ya da yüksek mahkeme tarafından hep kapatıldı. Öyle ki partisi iktidardayken bile Hoca ve kurmay heyeti “sakıncalı” olmaktan kurtulamadı.
Ama Hoca her defasında ezber bozdu.
İsmet İnönü, merhum için, “Bu millet bir tane adam yetiştirdi, o da dinci çıktı” derken, muradı, tabii ki övmek filan değildi. Ama Paşa, öyle bir tespitte bulunmuştu ki, isteyen O’nu “irticacı” olarak görüyordu, isteyen de büyük bir “beyin” ve dünya çapında bir “lider” biçiminde ele alıyordu.
Peki, Hoca hangisiydi?
Türkiye’de ağır sanayinin ilk nüvesi olan Konya’da ki “Gümüş Motor”u kurarak, bu ülkede de ağır sanayi olabileceğini gösteren büyük bir mühendis ve ilim adamı mıydı; yoksa ideolojik emellerine ulaşmak uğruna, dini siyasete alet eden bir mürteci miydi?
Neydi doğru olan?
Orhan Akkoyunlu, Erbakan’ı tarif ederken, hafızalara kazınan bir saptamada bulunuyor:
“Hoca’nın hayallerine kurşun sıksan yetişmez.”
Öyle ya da böyle tarih hükmünü icra edecektir nasılsa…
Fakat bugün çok daha iyi anlamış bulunmaktayız ki Hoca, “dini siyasete alet etmek” gibi bir hesabın ve basitliğin içinde hiçbir zaman olmadı.
Çünkü merhum, cesur bir müslümandı ve inandıklarını hayatın pratiklerine geçirme azmindeydi.
Yani rol yapmıyor, yol yapıyordu…
Siyasi hasımlarının birçoğu öldü, bazıları da köşelerine çekildi. Fakat Hoca, ileri yaşına rağmen hâlâ siyasette “tayin edici” rolünü sürdürmeye çalıştı. Zaman zaman aralarında bendenizin de bulunduğu birçok kimse, Hoca’nın bu ısrarını eleştirdik. Fakat merhum, bu eleştirilere karşı “Ben siyaseti Allah rızası için yapıyorum, şu halde son nefisime kadar bu hizmeti ikmal edeceğim” şeklinde cevap verdi.
O, artık ebedi dünyaya intikal etti.
Yaptıklarıyla veya yapamadıklarıyla, koskoca ve dopdolu bir ömrü tamamlayıp gitti.
En doğru hükmü muhakkak ki önce Mevla, sonra da tarih verecektir.
Hoca siyaset mücadelesi sırasında, zaman zaman vefasızlıkla da karşılaştı. Buna ve ilerlemiş yaşına rağmen mücadele azminden ödün vermedi.
Bence bir yerde bırakmalıydı ama O kendince haklı gerekçelerle seksen yaşını aşmış ve de hasta olmasına karşın, yeniden partisinin başına geçmişti.
Çekip gidenler için hiçbir zaman ağır konuşmadı belki ama onlara hep kızdı ve yanlış yaptıklarını söyledi. Kırk yılı aşan siyasi mücadelesinin nihayetinde bizzat Başbakanlık koltuğuna oturdu ama savunduğu fikirlerin asıl iktidar olmasını ancak öğrencileri sayesinde gördü.
O, tam da merhum Necip Fazıl’ın dediği gibi, surda bir gedik açmıştı.
Sonrasını, O’na “tam inanmış” öğrencileri getirdi.
Taşrada görev yapan bir gazeteci olarak, merhumla üç kez röportaj yapma ayrıcalığına sahip olmuş bir gazeteciyim. Bu röportajların ilki Milli Gazete’de ikinci ve üçüncüsü de Milletin Sesi’nde çıkmıştır.
Saygı duyuyordum ve savunduğu fikirleri asla “ütopya” olarak görmüyordum.
Belki her görüşünün altına imzamı atmadım ama O’nu, bu ülke için hep büyük bir değer olarak kabul ettim ve ne vakit kendisini ekranda gördüm ise, hep dinlemeye değer buldum.
Çünkü O asla sıradan biri değildi ve müzmin bir siyasetçi olmadı.
Farklıydı, fark yaratmayı biliyordu.
Her fani gibi vakit geldiğinde O da arkasına dahi bakmadan yola koyulup gitti, Mevla’ya yürüdü.
Ardında, ders alınması gereken muhteşem bir hayat ve mücadele örneği bıraktı.
Allah gani gani rahmet eylesin…
Mehmet Şener
Bir yanıt yazın