Gönül; kemalin tezgâhı,hikmetin anahtarı, beden mülkünün şah-damarı olarak bilinir.
Gönlü; âriflerkıble-gâh olarak adlandırırken ona bir nevi kutsiyet atfederler.
Bu kavram,bir çok söz ustasının dilinde “muhabbetgâh” karşılığında kullanılır.
Gönül, sevgi denilen varoluş mucizesinin dört bir koldan uç verdiği, şefkat ve merhamet filizlerinin can suyuna kavuştuğu, iyilik ve güzellik melekelerinin kozasını çatlatıp gün yüzü ile buluştuğu yerdir.
Gani gönüllüler, hakiki mutluluğun umulanda değil bulunanda, almada değil vermede olduğunu döne döne söylerler.
Gönül; hissiyatın barınağı, sırların sığınağı, âşıkların durağıdır.
Bu sebepten olsa gerektir; ehlidiller ile mana iklimini kelamın mızrabıyla titretenler “gönül”e gönül vermiş; bu tılsımlı lafzı dillerine pelesenk etmişlerdir.
Şairler, “gönül” denilen “sırça saray”ın en ücra köşelerinde gezinmiş; türlü insanlık hâlleri ile orada yüz yüze gelmiş, gah ağlayıp inlemiş, gah gülüp sevinmişlerdir.
Rintler, gönlü kâinatın merkezi ve halk edilişteki hikmet mesabesinde görmüş; bukudretliye kul olmayı cana minnet bilmişlerdir.
Âşıklar ve sadıklar gönüldenilen padişahın saltanatı gölgesinde ağuyu bal, narı nur, cefayı safa eylemişlerdir. Bu devletlinin buyruğuna baş kesmiş, fermanına bende olmuşlardır.
Dar ve ince güzergâhlar gönlün ışığıyla aydınlanmış; soğuk ve karanlık menziller gönül ateşiyle arşınlanmıştır.
Gönül, gâh arsız, gâh kararsız, gâh gamsız, gah gamzede, gâh mücrim, gâh mecnun, gâh vurdumduymaz olarak adlandırılmış;sitem, serzeniş ve şikayet duygularının nişan-gâhı hüviyetiyle tanınmıştır.
Nefi, gönlün türlü hâllere bürünerek, türlü kalıplara dökülerek arzı endam ettiğini söyler. Sırasında hem kadeh hem şarap hem de neşeli bir edayla içki dağıtan kimse rolünüalabilen gönül;âşıklar için zevkin aslı, esası, yani kaynağı hükmündedir.
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül
Ehl-i aşkın hâsılı sâhib-mezâkıdır gönül
Nefi
Fuzuli; bir gazelinde sevgilinin kılıç gibi keskin gözlerinin verdiği zevkle âşığın gönlünün eridiğini, adeta parçalanıp yok olduğunu söyler. (Böyle de olsa bu zevkle yok olmaya değer.) Şair, bu durumu akarsuların gelip geçtiği duvarda yarıklar açmış olmasına benzetir.
Zevk-i tîgundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler divâra su
Fuzuli
Bir çok şairin eserinde yer aldığı gibi Ahmet Paşa’nın da mısralarında ele avuca sığmayan ve başına buyruk davranan gönülden sızlanma ve yakınma söz konusudur. Aşağıdaki mısralarda iradesi elinden giden âşık, gönlün elinde çaresiz kalmış, teslim bayrağını çekmiştir. Güzelin gül yüzünde yasemin kokulu saçların gölgesini gören gönül, başsız ayaksız (kendisini kaybederek, iradesi elinden alınmış olarak)kara sevdaya düşer.
Gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül
Kara sevdaya yiler bî-ser ü bî-pây gönül
Dimedüm mi sana dolaşma ana hay gönül
Vay gönül vay gönül vay gönül ey vay gönül
Ahmet Paşa
Gönül; sadece ıstırapların keyfince dalgalandığı bir umman, sadece acıların demir attığı bir liman değildir. Aynı zamanda zevkin, şevkin, huzur ve saadetin de konup eğleştiği, dönenip dolaştığı bir hangâhdır. Ama ne çare ki çoğu zaman gönül melâlin evi, elemlerin meşheri olarak tanınır. Beşer tarihi boyunca insanoğlunun âlemde güldüğünden çok ağladığı söylenegelmiştir.
Bu söyleme rağmen ümit; hem ağlayan hem de gülen gönüllerin içinde her daim tüter. Oldum olası her doğan gün; memnun ve mesut gönüller taşımayı, ufku ferah yarınlara ulaşmayı vaad eder. Bu vaadler sık sık ertelense de eninde sonunda bir gün hayatla buluşmayı bekler. Gönlü ferah yaşamak ve ber-murat olmak temennisiyle.
Bir yanıt yazın