Çok üşüyordu Züleyha Hanım. Öyle bir ayaz kesmişti ki içini, herkes sıcaktan yanar tutuşur, o soğuktan kavruluyordu… İsmini “GARDİYAN” koyduğu kayınvalidesi, önünde aşılması imkânsız bir dağ gibiydi. Kendini mahkûm, onu işkenceci gibi görüyordu. Hiçbir şeyi ama aklına gelebilecek hiçbir şeyi ona hoş görünmüyordu. Kısacası; onlar birbirlerinden hazzetmiyor ve hiç sevmiyorlardı. Züleyha, kayınvalidesi yüzünden çoluk- çocuğunu, evini-barkını terk etmek, başını alıp uzaklara gitmek istiyordu ama nasıl yapacağını bilemiyordu.
Derin derin düşünüyor… Acaba onun gibi ızdırap içinde olan var mıydı? Derdi büyüktü, hem de çook! Meselâ; dönüp saksıdaki menekşeleri koklasa, “kurutacak bak” kafesteki titrek bir kuşu avuçlarına alsa “bak öldürecek kuşcağızı” diye çıkışır, hevesi kursağında kalırdı hep. Yemeklerini beğenmez, temizliğini, üstünü-başını her şeyini dile dolar, söylendikçe söylenirdi. O da ondan pek geri kalmaz, her hakareti yapar, cevap verebildiği kadar verir, veremediğinde de oturup ağlardı. Ağlamaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Gelmiyordu ama ne zaman doya doya ağlamak istese, çığ düşerdi göz pınarlarından yaş yerine. Ve hep huzursuzluğun, saadetsizliğin dibindeydi o.
“Üstümüze zamansız çöken karakışta, zamansız yağan ak demirden karın altında kalmış, ezim ezim ezilmişim! ‘Hiç kardan demir olur mu?’ demeyin, bana göre daha beterdi. Öyle göründüğü gibi masum değil! Her yan soğuk, her yan zifiri karanlık! Karakışata kara bulanmış bütün hayallerim, hülyalarım! İçim kar… Dışım kar…” der, ağlardı. Öyle büyük bir dertti ki; kimseyle de paylaşamıyordu. İlla tek başına yaşayacaktı Züleyha.
Bir gün hayat arkadaşına, sevdiği erkeğine; azıcık açmak istemiş; “sakın anacığım hakkında ileri-geri bir şey söyleme! Onun bizden maada gidecek neresi var? Sakın ha, anamı üzme! Sakın ola ha…” diyip ağzını tıkamıştı. Buz tutmuş kelimeleri, cümleleri işte öyle yutuvermişti. Niçinini, nedenini anlatmaya bile fırsat bulamamıştı. Tek çıkar yolu vardı. O yolu da kendi kendine düşünmeye cesareti yoktu. Bu işi kökünden çözecekti ama nasıl yapacaktı bu kadar karmaşanın içinde? Çok hesaplar yapıyor; çarpıyor, bölüyor neticeyi net göremiyordu. Neler neler hissediyor olsa da bir tarafı onu rahat bırakmıyordu.
Kutuplardaymış gibi her şeyi donmuştu; aklı, fikri, izanı, elleri ayakları… ne düşünebiliyor, ne ölçebiliyor, ne tartabiliyor, ne de… Devasa buzlara yatırmışlardı yürekçiğini sanki. Kalbi gibi beyni de buz tutmuştu Züleyha’nın. Sızlıyor derinden bir yerleri ama neresi olduğunu tam kestiremiyordu. Hayali donuyordu gözbebeklerinde… “Nasıl çözülür buz tutan bir kalp? Bilmiyorum! Düşündüklerim taş kesilmiş! Yolum pus tutmuş, tipi-boran içinde kayboluyorum!” dedi, dışarı çıktı.
Kaybolmuşluğun kıyılarında, kendini arıyordu. Sağlıklı, sıhhatli olmadığını biliyordu. “Ah!” çekti derinden. “Düşündüklerimi yapmak cesaret ister! Gel gör ki oda bende yok!” dedi, inledi. O, yoklukların kuyusuna gömdüğü düşüncelerinden de ürküyordu.
Her şeyiyle buz tutmak bir dere kenarında, sonra ilk çıkan güneşle eriyip toprağa karışmak ya da onsuzluğun açtığı ilk kapıda yok olmak istiyordu ama “aması” vardı.
İçi gibi dışarısı da fırtınalıydı. Sokaklar, caddeler vınlayarak esen sert bir rüzgârın hegemonyasındaydı. İyice sarıp sarmaladı yüzünü gözünü. Belki de tanınmamak istiyordu, bu şiddetli soğuk da bahanesi oldu. Sık sık önünden geçtiği aktara bu gün derdini açacaktı. Bir arkadaşından duymuştu: “Hani şu ‘KARATURP TOHUMU AKTAR’ varya… Onda öyle nebatat var ki hiçbir yerde yok! Kimi Hint’ten, kimi Yemen’den… Seylan adalarından, ta Küba’dan getirttikleri de varmış! Bir tutamı, bir deveyi bile öldürecek güçte, kuvvetteymiş! Öyle karışımlar yapıyor ki; isteyeni diriltiyor, istemeyeni de en kısa zamanda ahirete gönderebiliyormuş…”
“Denize düşen yılana sarılır” dedi, yürüdü. İçini açmaya, çare bulmaya kararlıydı. “Derdini söylemeyen derman bulamaz” derlerdi. Şiddetli fırtınadan iyice siperlenerek zile bastı. Kapı açıkmış zaten, zorlanmadan hemen giriverdi dükkândan içeri. Sendeledi, zar zor toparlandı…
– Aaa! Kızım yavaş ol, düşeceksin!
– Sorma amca az kalsın…
– Neyse! Bu fırtınada acelen neydi?
– Derdim çok amca çook! Kar, tipi hafif kalır yanında!
– Allah Allah! Hele şöyle sandalyeye otur. Bir sakinleş. Daha yeni demledim, ıhlamur içer misin?
– Olur.
– Soğukta çok faydalıdır kızım. Eeee, de hele, anlat bakayım derdin nedir?
– Bilmem nereden başlasam?
– Nereden başlasan başla… Tane tane anlat sadece. Malum, ihtiyarım. Kulaklar eskisi gibi değil.
– Ölmek istiyorum, ölmek!
– Allah muhafaza! Daha gençsin evlat, acelen ne?
– Öyle bıktım ki dünyadan ve içindekilerden!
– Yine de hayat başkadır evlat. Bak, ben seksen küsur yaştayım hâlâ hayata sıkı tutunmanın yollarını arıyorum! Öyle birden teslim olmak yok! Sebeplere yapışırım, tedbirimi alırım Rabbim ne dilemişse o olur!
– Dedim ya dertliyim! Hem de çok! Kaynanam var! Ne anası, başımın belâsı!
– Memleketimizde kaynana-gelin hikâyeleri çoktur.
– Benimkisi roman… roman… ne hikâyesi!
– Allah Allah! İyice meraklandım! Aslında böyle aile işlerine hiç girmem amma, bu havada, bu telaşın beni kokuttu doğrusu!
– Nasıl söylesem bilmem ki? Ben yaşayan ölüyüm amca… Kessen kanım akmaz! Ya o, ya ben! Duydum ki çok tesirli karışımlar yapıyormuşsun. Öyle bir şey istiyorum ki kısa zamanda ya o, ya ben hayattan çekilip “elveda dünya” diyelim!
– Zor şey istiyorsun evlat!
– Evet ama buralara ve bu noktaya gelmem öyle kolay da olmadı aktar amca! Nerdeyse kafayı sıyıracağım! Gören beni tanımıyor! “Kız sana ne olmuş” diye soruyorlar? Çaresiz birini sevindir, ne olursun! Ha öyle bir şey yap ki benden de şüphelenmesinler! Sessiz sedasız çekip defolsun hayatımdan! İstediğin parayı da nakit veririm! Yemedim içmedim bu günler için biriktirdim!
– !!!
– Tanımadığım, bilmediğim bir denizin ortasında haritasız, pusulasız kalmış bir tayfa gibiydim. Huzur ve saadete gitmek istiyordum aktar amca! Belki de her şeyi yoluna koyar, beni adam yaparsın!
– Senin içinde zaten bir adam var a evlat! Sadece onu dışarı çıkaracağım, inşaallah! Bunu yaparken ellerimi, bütün tecrübemi kullanacağım. Emin olabilirsin!
– Zaten herkes sizin iyi biri olduğunuzu söylüyor! Ben de onun için geldim.
– Anlaşıldı; pek karalısın! Bak evlat; sana öyle bir karışım yapacağım ki… Hiç kimse anlamayacak.
– Hay Allah razı olsun amca…
– !!!
Aktar amca, tezgâhının arkasına geçti; çeşit çeşit şişeler çıkardı. Tek tek kapaklarını açtı, içlerinden iki parmak ucuyla muhtelif tohumlar aldı, hassas terazide tarttı, pirinç bir havanda itinayla ve sabırla dövdü. Çok değişik renkte ve çok çeşitli ottan, tohumdan bir şişe toz hazırladı, Züleyha gelinin önüne koydu.
– Bak kızım; bu hazırladığım karışım şimdiye kadar yaptıklarımdan daha tesirlidir. Aman dikkatli olmalısın!
– Olurum! Sen onu bana bırak!
– İyi! Kimsenin ulaşamadığı, göremediği bir yerde sakla. Hakiki balla iyice karıştır, her gün kahvaltı yaparken önüne koy. O mecbur tadacak. Tadını aldıktan sonra da her zaman isteyecek. Sen de seve seve ver. Yalnız bu işi yaparken asla yüzünü ekşitme. En güzel kelimeleri seçerek iltifatlarda bulun ki; kimsecikler ve bilhassa kayın validen, oğlu ve çocukların senden şüphelenmesin! Kırk gün bu işe devam et! Zaten karışım da o zaman biter. Göreceksin; istediğin neticeye ulaşırsın biiznillah. Tekrar ediyorum; kayınvalidenle, oğluyla aranı çok iyi tut, en sevdikleri yemekleri yap, daima tebessüm et, nazik ve kibar davran, etrafına gülücükler dağıt… Ne yapacağını anladın mı?
– Anladım amca; Çok iyi davranacağım, yüzümden tebessümler eksik olmayacak, en iyi yemekleri yapıp bir dediğini iki etmeyeceğim, hiç tenkit, hiç itiraz yok!
– Tamam! Çok iyi anlamışsın kızım!
– Al bunları amca… Ne kadar tuttuysa al! İstersen tamamını al! diyip bir deste para uzattı tecrübeli aktara. O, içinden çok az miktarını aldı. “Hadi hayırlısı” diyip Züleyha’yı evine uğurladı.
***
Kaynanasından nefret eden Züleyha; her sabah kahvaltısını daha bir itinayla hazırladı; çeşitli börekler, çörekler, reçeller, karışımlı bal ve tereyağı… daha neler neler…
Hergün kurulu saat gibi güle söyleye nefis kahvaltılarını yapıp günlük işlere koyuldular. O günden itibaren ailenin içinde huzur ve saadet rüzgârı esmeye başladı. “Muhterem kayınvalidem, canım anacığım” derken ağzından bir daha düşüyordu Züleyha’nın. Gülen gözlerle ve muhabbetle bakışı, kayınvalideyi eritmiş olmalıydı ki; o da ona karşı şefkat ve muhabbetle dolmuştu artık.
Bu kadar güzel davranış karşılığını güzel iltifatlarla bulmuş, daha ilk haftada Züleyha; “canım anacığım, kaynanam ölmemeli” demeye başlamıştı bile. Vakit ilerlerken de ölüm korkusu sarmıştı iyice “ya ölürse” diye düşünüp kahroluyordu. Böyle bu güzel insanı kaybetmemek için, ikinci haftasında; doğru aktarın kapısına dayandı Züleyha.
– Aktar amca! Aktar amca! Anneciğimi kurtar!
– Ne oldu a kızım? Anacığına ne oldu?
– Anacığıma bir şey olmasın ne olur!
– Yavaş ol hele!
– Böyle bir güzel insanı kaybetmek istemiyorum. Bu ilacın panzehirini yap, ne et, eyle, ölmesin canım anacığım!
– Hele şöyle bir sakinleş kızım! Bu ilaç nice ailelerin saadetine vesile oldu. O karışımın içinde hakiki bal, çok az karabiber, biraz tarçın, az kimyon, az karaturp tohumu, biraz zencefil, biraz nane, az hindistan cevizi, az kuşburnu kurusu, az kabak çekirdeği, az da fındık, ceviz, badem vardı. Bunların hepsi de kayınvalidenizin daha kuvvetlenmesine, gizli hastalıkları vardıysa onların da tedavisine vesile oldu. “Karaturp Tohumu Aktarı” karışım yaptıysa bil ki o şifadır evlat! Hadi kızım mübarek olsun huzur ve saadetiniz.
– Ver elini öpeyim amca!
– Estağfirullah!
– !!!
Züleyha, evin yolunu tuttuğunda sevincinden uçuyordu. Lapa lapa yağan kar, artık eskisi gibi soğuk değildi; bu sefer içini ısıtıyordu. Koşmasından mı, yoksa sevincinden mi ne terlemişti bile.
Şehir baştan başa beyaz bir örtüyle örtünmüş gibi ak-pak ve tertemizdi bugün. “Sevincin ardında ölümü hatırlar, dertlenirim. Evi-barkı olmayanlara Rabbim yardım etsin…” duâsı dökülüyordu dudaklarından. Lakin huzur ve saadetini örtecek kötü düşüncelere geçit yoktu, artık onlar yeniden saramayacaktı kalbini.
Hastalığın kendinde olduğunu, tedavi olup iyileştiğini görmenin huzuruyla koştu sıcak hane-i saadetlerine doğru. Gören kardan, kıştan kaçıyor sanıyordu, o ise kaybettiğini bulmanın sevincini yaşıyordu sadece. “Elhamdülillah, hamdolsun demek ağır basıyor yürekçiğime” diyor, yürüyordu. Aklına bir şey geldi: “Bu saadetimizi taçlandırayım bari” diyip yakındaki bir mağazaya girdi. Çok beğendiği ve kayınvalidesine yakıştırdığı bir yün şalı aldı sardırdı. Üzerine de “CANIM ANNECİĞİME… BÜTÜN KALBİMLE…” yazılı bir not düştü.
Hediye paketi elinde dışarı çıktığında daha önce etrafında görmediği kuşları gördü. “Ne kadar da çoklar” dedi. Yağan karın ak bir kelebek gibi olduğunu fark etti, Gökten hafif tülden kanatları varmışçasına yeryüzüne doğru uçarken kimsecikleri rahatsız etmeme telaşı varmış gibiydi kar tanelerinde. Rabbimizin ihsan ettiği nice güzellikleri görüyordu şimdi. Kalp gözü açılması yoksa bu muydu? Daha düne kadar bu güzelliklerin niçin farkında olmadığına hayıflandı. İnsanlara; kavga değil iyilik etme ve kulluk yakışıyordu; geç de olsa anladı ya… Kuşları, hiç böyle canlı görmemişti. “Bak ne rızık derdi var, ne geçim ne de başka bir şeyleri” dedi gülümsedi. Hatta bazısı, gergin tellerde ve dallarda önüne düşecek gibiydiler. Kış ve kuş, sanki ebediyyen kardeştiler… Onlar kardeştiler de gelin-kaynana; ana-kız değil miydi? Mesele bunu görebilmekteydi…
***
Yumak yumak pamuklar düşüyordu hâlâ yerlere. Hiç kirlenmeden bembeyazdılar yine de. Birazcık olsun bile sert değillerdi, hepten yumuşacık. Soğuktular ama bir o kadar nurdan, ışıl ışıl parlıyorlardı. Günün şavkında, bütün beyazlığıyla ak gülücükler dağıtıyorlar.
Soğuğa aldırmadan; içinde kaybolmayı göze alabiliyorsan, bulutlar üstünde bir yolculuğa çıkıyorsundur, farkında olmadan. Belki de rüyalar âlemindesin. Tane tane geliyorlar üstüne üstüne. Küçük, pamuktan ışık taneleri gibi nazikçe okşuyorlardı tenini. Sadece birazcık ıslaklık hissedebiliyordu. Küçük bir rüzgârda yeniden uçuşan kar taneleri artık onun en sevimlileri olmuştu. Bundan sonra hep muhabbet, hep dostluk olacaktı dünyasında, ne nefret ne üzüntü…
Bir garip heyecan yaşıyordu bugün. Ne bir rüya, ne de hakikat… Masallar diyarında, hayat kadar hakikatti Züleyha’ya göre…
“Bütün hayallerimi serdim pamuk yığını bulutlar üstüne şimdi.” Dedi yürüdü Züleyha… Karakış soğundaki kadar yakıcı değildi artık seraplar. Sadece uçuşan kristal tanelerinin havalandırdığı toz bulutu dağılıp sisler kalkınca ne şahane olduğunu görmüştü etrafındakilerin. Yolun tam ortasında; bir çift ayak izi bırakarak yürüyordu sadece. Kalabalığın içinde tek başına olmak buna mı diyorlardı yoksa…
“Şimdi bir kelebek gibi hafifim. Kanatlarımı çırptıkça daha bir aklaşan ruhumda bir o kadar da sıcak, sımsıcak renklerim var. Beyazlar arasında parıldayıp duruyorum; mavi, yeşil, kırımızı, allı-morlu gökkuşağından küçük bir esinti gibiyim” dedi yürüdü.
Uzaktan evi görünce yavaşladı limana yaklaşmış bir gemi gibi. Sanki birileri vardı ıssız güvertesinde “dur” diyen. Tanımadığı kalp kaptanları sevk-idare ediyordu onu.
Kapıdan içeri adımını atarken; gülsuyu kokan ılık bir buhar yüzüne çarpıverdi. Daha önce hapishane, zindan, karakol olarak gördüğü hânelerinin bu kadar sıcak, bu kadar ferah, bu kadar şirin ve güzel olduğunu da yeni fark ediyordu Züleyha. Kapıyı, buruşuk yanakları al al olmuş anacığı açmıştı gülücüklerle. Bir kucaklaşmaları vardı ki… Kokladılar birbirlerini adeta…
– Aaa… Ciğerparem, evladım benim! Nerelerdeydin? Üşümüşsün şöyle ver elini bir ısıtayım.
– Canım anacığım! bak sana ne aldım?
– Neymiş bakayım? Aaa çok güzel çook memnun oldum! Bu da benden a evladım, Züleyham! Zaten ne zamandır sana vermek için fırsat kolluyordum. Bana da kayınvalidemden yadigârdı.
– Anacığım! Canım benim! Aaa beşibirlik! Çok çok güzel çok!
***
Dışarıda kar yağıyordu, içeride nur…
Nereden bilebilirlerdi ki o küçücük elleriyle yoğurdukları kartoplarının aslında birer gözyaşı olduğunu…
Nereden bilebilirlerdi ki; bir kelebek misali rüzgârda başıboş uçuşan kar tanelerinin nice keder ve hüznü alıp alıp uzaklara taşıdıklarını…
Nerede bilebilirlerdi ki; bunca yağan ak kanatlı kelebeklerin; kardan tertemiz bir örtü olup kiri-pası ve bütün çirkinlikleri örtüp kapattığını…
Maziye şahitlik etmiş, bu ak kelebek misali kar taneleri; belki de taşımış oldukları kederden yüklerini öylesine mahzun, öylesine sessiz çığlıklar atarak bembeyaz bir örtüyle ve de biran önce her yeri kaplamaktaydı ki; belli ki huzur ve saadete aceleleri vardı…
MÜHİM OLAN; huzurla dolmak! Saadete kavuşmak! Tebessümler dağıtmak ebediyyede kadar; ak bir kelebek gibi savrularak rüzgârın önünde, yedi kat göğü aşıp maviliklerde uçuşan ak ipeklerden bir kar tanesi olmak… Hem yükseklerde, hem uçan olmak… Tertemiz, saf ve bembeyaz kalmak hep… Ve sonsuzluğa kavuşmayı hak edenlerden olabilmek!
İYİLİK EKEN İYİLİK BİÇER…
Bir yanıt yazın