Var olmanın her yaratılmıştaki aksi başka başkaydı. Her insanın kader çizgisi, hayat yolculuğu farklıydı. Aynı hadiselerin farklı insanlardaki yansıması da farklı olurdu. Birini yıkıp da yere seren bir acı tecrübe, diğerini daha güçlenmiş bir biçimde ayağa kaldırırdı.
Her insan ayrı bir dünya idi. Her can başka bir âlem. Belki birbirine benzeyeni çoktu insanoğlunun. Ama hiçbir kimsenin bire bir eşi yoktu. Tek yumurta ikizleri bile birçok farklılıklar ihtiva etmekteydi.
Günün getirdiklerini, alın yazısını karşılayışımız, kabullenişimiz, özümseyişimiz de farklıydı. Kimileri büyük denizleri, derin vadileri, geniş sahraları sızıltısız, şikâyetsiz aşmaya çalışırken; kimileri düz ovada şaşırır, günün gidişini, devranın dönüşünü, sıcağı soğuğu, varı yoğu dert ederdi. Kimi dağlara sırt verir, sır vermezdi. Kimileri de en ufak meseleleri bile büyütür, büyütür kar topu yapardı. “Pireyi deve yapan”ların sayısı bir hayli çoktu. Ama yine de çoğu yerde herkesin bir şekilde kendi kaderini benimseyişi, şartları ile uyum sağlayışı söz konusu olurdu. Adı üstünde insandı bu. Dağların taşıyamıyacağı yüklerin altından kalkacaktı. Nice saklı güçleri içinde barındırdığını sınandıkça, zora koşuldukça farkedecek, farkettikçe de şaşıracaktı. Denendikçe de olgunlaşacak, pişecekti. Asırlar bu gerçeğin en canlı şahidiydiler.
Başka başka mecralarda akan, değişik menzillerde konaklayan insanoğlu çoğu zaman “yaşadığı günlerin şikâyetcisi” olsa da çoğu yerde suyun akışına kapılıp gitmeyi, teselliyi kendi içinde yakalamayı başarırdı. Çünkü yaşama gücü dediğimiz hadsiz hudutsuz bir enerjiyi bağrında taşır, her daim koynunda beslerdi.
Her durumda avunmayı bilir, her durumda dayanak, tutanak olacak kılıflar üretirdi.
Kamyon şoförü “ömür biter yol bitmez” diyerek direksiyon kırarken “bu hayat hep böyle yollarda mı geçecek? Daha kaç karanlık geceyi delip de sabaha uykusuz ereceğim, daha kaç gece? Bu tozlu yollarda daha ne kadar göz kapaklarımla didişip duracağım, daha kaç gece?” diyerek gözlerini ovuştura ovuştura mesafeleri yutardı. Hesapta bir an evvel hedefe varmak vardı.
Polikliniğin önünün yine kıyamet gibi dolu olduğunu gören doktorun yüreği daralırdı. “Her gün en az altmış hastaya bakıyorum. Bana da yazık, hastalara da. Herkes derdini çorunu bize döker, biz kime anlatalım halimizi bilmem. Her şey bir tarafa bu hastaneye sadece gelip gitmek bile insanın içini karartmaya yeter” derken bir an evvel yerime ulaşayım diye adımlarını sıklaştırdığını farketmezdi.
Ev hanımı “bu kurduğum kaç bininci sofra, bu kaynattığım kaç bininci aş. Her gün her gün aynı, bari kıymetimi de bilseler. Her içeriye giren ‘oh ne âlâ sen evde oturuyorsun, keyfine bakıyorsun’ diye laf dokunduruyor. Benden ağır işci mi var. Üstelik ne maaşım var, ne de yevmiyem. Bir de bey “sana bedava ekmek yediriyoruz diye başıma kakıyor” diye söyleniyordu ki; “yine de şikâyetlerinden kurtulmayayım, hizmetlerine koşmaktan geri kalmayayım, yeter ki sağ olsunlar” diye düşündü.
Fabrikatör, atölye şefine “kardeşim, sana hep söylemiyor muyum, insanla çalışıyoruz, insanla. Arkanı dönmeye gelmez. Hemen istismar ederler. Hemen işi kaytarırlar. Sana Demokles’in kılıcı gibi başlarında duracak, gerektiğinde de ineceksin, demiyor muyum” nidasıyla koca binayı inletirken sesini en uzak köşelere bile ulaştırmaya çalışıyordu. “Bu ihtar onlara bir göz dağı olsun, çalışanlar duyup da hizaya gelsin yoksa ipin ucunu kaçırırım” diye homurdandı.
Komşu, “bu pastanenin kurabiyelerinin kalitesi de giderek bozuluyor. Malzemeyi esirgiyorlar besbelli.. Ayol eskiden böyle mi idi? Un kurabiyeleri ağızda dağılırdı. Şimdi mübarekleri koparmak için diş değil, kerpeten lazım” diyerek yüzünü buruşturdu. Gidip de bir an evvel pastanenin sahibi ile konuşmazsak bu iş böylece sürüp gider” diye söylendi.
Memur, maaşını yeni almıştı. Paltonun iç cebindeki cüzdanını dışardan eliyle kavrıyordu. “Parayı kaptırmadan eve varmak bu zamanda uzmanlık isteyen bir iş oldu diye düşündü. Maaş da bir şeye benzese bari. Maaş değil sadaka veriyorlar sanki. Kolaysa efendilerin kendiler gelsin bu kadar parayla nasıl geçinilir bize öğretsinler. Evir çevir ne yaparsan yap ucu ucuna gelmeyen ince ayar ekonomi sadece hayatımı değil, ruhumu da kararttı”. Diye hayıflandı. Bir taraftan da “ya bu da olmasa ne yapacaktım, benden daha ehil nice kimse bu ülkede iş bulamıyor. Bu kadarına da eli yetmeyenler var, kadrini bilmeli” diyerek kendi kendini teselli etti.
Esnaf, “bir haftadır siftah etmedim. Hep keseden yiyoruz. Bu nereye kadar böyle devam edecek. Küçük ölçekli ticaret erbabını öldürdüler. Herkes alışveriş merkezlerine koşuyor. Kirayı denkleştireceğim diye saat başı toplama çıkarma yapıyorum. Şartlar en küçük bir sıçramaya bile imkân vermiyor. Şöyle hafta sonu çocukları alıp deniz kenarında bir balık yemek istesem pusulalar oynar diye kımıldayamıyorum” diyerek esefle iç geçirdi.
Öğrenci, “hoca hem doğru düzgün ders anlatmıyor hem de vizede anlatmadığı konuları soruyor. Bu ders nasıl geçilir bilmem. Üst sınıflardan yol gösterecek birini bulsam bari. Vizeler bitse de memlekete gitsem, anamın mercimekli bulgur pilavı gözümde tütüyor. Vize vize üstüne, ödevler dersen ardı arkası gelmez. Bu tatsız günler acaba bir gün bitecek mi” diye aklından geçirirken gözleri ufukları taramaktaydı.
Hoca, “öğrenci bahar geleli büsbütün havalandı, dersleri kırlarda yapsak keşke. Motivasyon diye bir şey yok. Öylesine gelip gidiyorlar. Dostlar alış verişte görsünler diye..
Bu makalemin tamamlanması için daha pek çok kaynağı gözden geçirmem lazım. Fırsat mı var ki kütüphaneye gideyim. Ev sahibi de oğlum evleniyor lütfen evi boşaltın diye haber göndermiş.. Aklımın her boyutu ayrı bir dalda çırpınıyor. Bu şartlar da ilim mi yapılır” diye söylenirken sıkıntıyla başını kaşımaktaydı. .
Hastahanede hasta yastıkla yorganla savaş ilan ederek sabahı beklerken “geceler de bitip tükenmek bilmiyor, sabahleyin beni daha ne kadar burada tutacaksınız diye doktora soracağım. Yoksa buradan çıkmak nasip olmayacak mı? Güya yeni bir ilaç deneyeceklermiş. Acaba beni denek olarak mı kullanıyorlar. Yarın görüş günü, belki gelen giden olur. Keşke gelenler bir demet kır çiçeği getirseler. Açık havayı, toprağı, toprak kokusunu, kuş seslerini çok özledim diyerek gözünü pencereden dışarıya dikti.
Anne, bir taraftan engelli çocuğuna bakmaya çalışıp, bir taraftan da dikiş dikerek evi geçindirmeye uğraşıyordu. Yavrusunun getirdiği zorlukların gücünü aştığı, sabrını taşırdığı çok olurdu. Ama her seferinde “benim kendimi kapıp koyverme lüksüm yok, hasta olma lüksüm yok” diyerek çabucak toparlanmayı bilirdi. “Çocuğu yüzmeye götürmek lazım. Her şey paraya bakıyor. Daha çok iş almam, daha çok çalışmam gerek” diye düşünürken, dikiş makinesinin kolunu daha hızlı çevirirmeye başladı.
Baba, emekli olduktan sonra bir muhasebecinin yanında iş bulmuştu. Gece yarılarına kadar bir yığın rakamın arasında kaybolmak artık yaşama biçimi olmuştu. Ama ne kadar gayret gösterirse göstersin, patronuna yaranamayacağını biliyordu. “Ama ne olursa olsun çocuklar diplomalarını alana kadar dişimi sıkmam lazım. Daha alınacak çok yol var. Dayanacaksın oğlum dayanacaksın” diyerek kendi kendisine sık sık telkinde bulunurdu.
Evet, her külfet nimetiyle, her çile sabrıyla birlikte gelirdi. Dağına göre kar verilirdi. Her şeye rağmen “yaşama azmi” denilen o yaman kudret, gizli gizli bir yerlerden tüter, ümit her fasılda kapıda beklerdi. Zaten hayat dedikleri “her dem yeniden doğmak” değil miydi?
Bir yanıt yazın