Kalabalıkların dağdağasından bunalan Fuzûlî, kendisini sık sık Kerbela çölünde bulurdu. O ancak bu sahrada iç dünyasıyla baş başa kalmış olmanın efsunlu güzelliğini yaşardı.
Yine böyle bir gündü. O, siyah gözlerinin kadife bakışlarını ismi kadar ciğer-sûz bu çöllerin altın ufuklarına çevirdi. Binlerce deve kervanı bu sarı kumlara bata çıka, gecenin vuruculuğunda günün yakıcılığında savruldu durdu diye düşündü. Nice kervanların çıngırakları ile develerin ahenktar adımları yankılandılar ta uzaklarda. Nice mehtaplı gecelerde şiir perileri gezinip durdular bu uçsuz bucaksız boşlukta. Deli rüzgârlar nice ayak izlerini, nice işaret taşlarını silip yok ettiler. Nice kum fırtınaları buraları darmaduman etti. Bu vahşi ummanın içinde susuzluktan kavrulan, yolunu şaşıran nice can telef oldu kimbilir? Sahra, göz alabildiğine uzayıp gidişine mukabil; darlık, yokluk ve zorluk demekti. Bu mekân; sınırlarının genişliğine rağmen imkânların köreldiği, sabırların tükendiği, ümitlerin tıkandığı bir yerdi.
Ama her şey zıddıyla kaimdi. Her şeyin bir ters yüzü bir de düz yüzü vardı bu âlemde. Çöl zahmet olduğu kadar da rahmetti. Bu kum denizi renksiz ve şekilsizliğin içinde umulmadık hazinelerin anahtarlarını verirdi talep etmesini bilene..
Bu yüzden olsa gerek, Fuzûlî sık sık bu sahraya koşar adım varırdı. “Çöl, ruhumu dinlendirir, yüreğimi besler. Beni fikrin doruklarında gezdirir, hülya denizlerinde yüzdürür, varolmanın esrarına erdirir. İçimde nice nice gülzarlar, lalezarlar yeşertmeme sebep olur. Başı bulanık heybetli dağların ihtişamını, kan rengi güllere serenat yapan bülbüllerin elhanını, nice muştularla donanmış sabah rüzgârının cevelanını ben hep bu çölün feyzinden toplarım. Ağaran her günün yeni bir başlangıç olduğunu ben bu yaban yerlerde fark ederim. Gümrah ırmakların feveranını, seher ufuklarının al-penbe dalgalanışını ben hep bu tek renkli ummanın sahillerinden seyrederim. Gölgesini ırmağa salmış salkım söğütlerdeki şiiriyeti, halk edilişdeki hikmeti, fani bedenlerdeki ebediyeti bu çölün kısırlığında yakalarım. Bütün mevsimleri bahar tazeliğine ulaştıran, bütün karanlıkları şafak alacasına boyayan güzelliği bu sahra esirgemeden heybeme boşaltır. Sessizlikteki sesi, renksizlikteki revnakı, mahrumiyetteki zenginliği ben bu badiyede bulurum. O sebepten çöl beni kendine çeker oldum olası. Orada ağrıyan kalbimin sızıları diner, orada uğuldayan başım serinler. Söz cevherlerini mana ibrişimine dizmek için muhtaç olduğum kudreti ilham perileri bana burada bahşederler. Mavera burada sırlarını koynundan akıtıp duyabilenlerin avuçlarının içine bırakır. Bu vahşi çölde öteler dile gelir. Sessizliğin sesinde nice yanık sedalar, nice içli nağmeler bir şiir senfonisi dokurlar. Şeyda gönlüm bu baş döndüren hayal çağlayanlarıyla yunup sessizliğin sesiyle kendini avutup durulur. Bu çerçevesiz boşlukta binbir desen elvan elvan dokunur. Gözlerim tek rengin boyasından nice gönül çelen levhalar çizer. Hayal fırçasıyla o renklerden sırça saraylar, ahu gözlü ürkek ceylanlar, billur suların oynaştığı mermer şadırvalar nakşederim. Mecnun’un Leyla uğruna kendisini çöle vuruşundaki sırra burada aşina olurum. Kays’ın yaralı yüreğinden kopan ahın ateşini çöl semalarında seyreylerim. Beşeri varlığımın dar kalıplarını kırıp bilinmeyen menzillere doğru keyfimce süzülürüm. Nihayetsiz çölde sonsuzluk kapılarının bir bir açıldığını hissederim. Dağ başlarının, mağaraların, sahraların insanı arındırmakta, safiyet kazandırmakta bir eşik vazifesi gördüğünü ben burada meşk ederim.” Cümlelerini fısıldayan Fuzuli kendi âlemine dalıp gitmişken etrafında dolaşan şiir perisinin kanat şakırtılarıyla bir rüyadan uyanır gibi oldu. Şair “ Bu dem gün değmemiş cevahir sandığını açma vaktidir. Bu dem tam da ilham denilen “İlahi tebessüm”ün önünde baş eğme vaktidir. Kelam elmasını mahir bir kalemle yontma vaktidir. Bu an zümrüdüankanın sunduğu kâseyi içme vaktidir. Bu dem masivayı aşıp da Yaradan’la buluşma vaktidir.” Diye inledi. Fuzuli; feyizli bir sağanağın altında gaşy olmuş bir hâldeyken yüreğinden dökülen bir yakarışla titredi.
Ya Rab hemîşe lütfunu kıl reh-nümâ bana
Gösterme ol tarîki ki yetmez sana bana
(Rabbim! Lütfunu daima bana rehber kıl. Sana ulaşmayan yolu bana gösterme.)
Kat’eyle âşinâlığım andan ki gayrdır
Ancak öz âşinâların et âşinâ bana
(Senden başka her şeyden benim dostluğumu kes. Beni sadece kendi dostlarınla dost kıl.)
Bir yerde sâbit et kadem-i i’tibârımı
Kim rehber-i şerîat ola muktedâ bana
(İtibar ayağımı bir yerde sabit kıl ki, orada sadece dininin yol göstericisinin (Hz. Muhammed’in) yolundan gidilmiş olsun.)
Yok bende bir amel sana şâyeste ah eğer
A’mâlime göre vere adlin cezâ bana
(Eğer senin adaletin bana fiillerime gore bir ceza verirse yazık. Çünkü bende sana yaraşır bir iş yok.)
Havf-ı hatâda mustaribim var ümîd kim
Lütfun vere beşâret-i afv-ı atâ’ bana
(Hata korkusuyla mustaribim. Senin lütfunun hatalarımın bağışlanacağı müjdesini bana vereceğini ümit ediyorum.)
Ben bilmezem bana gereğin sen hakîmsin
Men’eyle verme her ne gerekmez sana bana
(Ben bana gerekeni bilmem. Sen hakimsin. Bana gerekmeyeni benden uzaklaştır.)
Oldur bana murâd ki oldur sana murâd
Haşâ ki senden özge ola müddeâ bana ( Benim istediğim senin istediğindir. Haşa benim senden başka bir istediğim yoktur.)
Habs-i hevâda koyma Fuzûlî-sıfat-esîr
Ya Rab hidâyet eyle tarîk-i fenâ bana
Ya Rabbi beni fuzuli gibi heveslerimin habsinde esir koyma.Bu kötü gidişime bir hidayet nasip eyle.( Veya beni senin aşkın yolunda yokuluk yoluna yönelt.)
Bir yanıt yazın