MENÜ ☰
ATA-AÖF’te Sınavsız İkinci Üniversite Ön Kayıtları Devam Ediyor
Büyük Erzurum Sofrası
Erzurum Haber Gazetesi » Yazarlar » Zor yıllar (bir gerçek hikâye)
Belkıs Altuniş Gürsoy
Belkıs Altuniş Gürsoy
Tüm yazıları için tıklayınız.
Zor yıllar (bir gerçek hikâye)


Birinci Dünya savaşı yıllarıydı. Anadolu’da yoksulluk diz boyuydu. Bütün insan kaynaklarını ve maddi varlığını cepheye akıtan halk ayakta kalabilmek için yaman bir mücadele veriyordu.  Bütün bir ülke; sadece savaş yükü ile değil açlıkla, yoklukla ve salgın hastalıkla boğuşuyor, dayanmaya çalışıyordu.  İnsanın  en ucuz, hayatın en değersiz olduğu bir dönemden geçiliyordu.
Mevlüt ağa; Rus işgali sırasında Erzurum’dan  göçmüş; Sivas’ın Kangal kazasını yurt tutmuştu. Bu göçmen aile bu  kasabada kaldığı  iki, iki buçuk  yıl içerisinde önce evin büyüğü hanenin direği olan Durak pehlivanı kaybetmişti. Ardından da dokuz ve on bir yaşlarındaki iki erkek çocuklarını peş peşe sıtmaya kurban vermişlerdi.

Bir akşam Mevlüt ağa, heyecanlı bir çehreyle eve geldi. “Hanım; Urus Erzurum’dan çekilmiş, baba diyarının yolu göründü. gayri buralarda artık durulmaz, bir  eyyam daha sabredelim,  havalar biraz  tutsun, yola koyulalım” dedi. Müşerref hanım; bu habere sevindi sevinmesine ama, “efendi, biz burada üç canı toprağa verdik. Onları koyup da nasıl gideceğiz” cümlesi dilinin ucuna kadar geldi. Bir ara durakladı,  yutkundu sonra da “efendi haklı, dirliğimiz düzenimiz orada, ata dede otağı bizi bekliyor” diye düşündü. Telaşlı, endişeli üç beş hafta geçti. Tez zamanda toplandılar.  Bir kaç parça eşya ile  birlikte onları bu beldeye kadar getiren, Kangal’da da ekmek kapıları olan      kağnıya yerleştiler. Mevlüt Ağa;  “öküzler zayıf,  inşallah yola dayanır” diye aklından geçirdiyse de “Allah kerim” diyerek kendisini avuttu.
Ilık bir yaz sabahı alaca karanlıkta yola koyuldular. Dura kalka ağır ağır ilerlediler. Mesafeler boyunca sılaya dönüş yapan başka muhacir kafileleri ile karşılaşıp, dertleşip söyleştiler. Nihayet eylül sonlarında bir akşam üstü Erzurum’a girdiler.

Şehir, o tanıdık bildik, o   canlı kanlı yayla kenti değildi. Gümrük gibi işleyen çarşılardan, cıvıl cıvıl sokaklardan,  sıcak yüzlü insanlardan eser kalmamıştı. Uğranılan felaketin acılarını taşıyan  semtler bir matem havasına bürünmüştü. Yanmış yakılmış caddelerden; yaslı, mahzun mahallelerden geçtiler. Nihayetsiz kederlerin şahidi olmak, bu beldenin havasına  gamlı bir yük gibi binmişti. Kahır dolu bir suskunluğa bürünmüş olan bu enkazın içindeki her şey, her taş ağlıyor; göz yaşı döküyordu sanki. Harabelerin, yıkıntıların ortasından yavaş yavaş ilerleyerek evlerinin bulunduğu semte yaklaştılar. Etrafta ne bir ses ne de bir nefes vardı. Kağnı tekleye tekleye bomboş yollardan geçerken bu muhacir ailesi, şaşkın gözlerle etrafına bakıyor, artık yabancısı oldukları bu şehirde aşina köşeler yakalamaya çalışıyordu. Terkedilmiş izbe evlerin duvar diplerinde pinekleyen bir kaç cansız kedi ile karşılaştılar. Rastladıkları tek tük adamlar, başlarını zayıf omuzlarına gömmüş oldukları hâlde çekingen adımlarla yürüyor, usuldendir mülahazasıyla öylesine bir selam verip geçiyorlardı.

Müşerref hanım, nice zamandır koynunda sakladığı anahtarı çıkarmış; yol boyunca bir  mukaddes emanetmişcesine bu demir parçasını  avucunda evirip çevirmişti.  Sonunda bir sürü karışık hissin baskısı altında evlerine vardılar. Evin hanımı, kağnıdan bir hamlede atlayarak  adımlarını sıklaştırdı. Bir kaç adım atmıştı ki, kapının aralık durduğunu fark etti.  İçi daraldı. Bu ne demekti. Yarı açık kapıyı itip de taşlığa ayak bastığında toz toprak içinde kalmış avluyla karşılaştı. Odalara doğru uzandığında  ise eşya namına hiçbir şey bulunmadığını gördü. Yüreği acıyla burkuldu. Ama toparlanması uzun sürmedi.

“Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi, ben öpmeye kıyamadığım gül yüzlü evlatlarımı toprağa verdim, mal mülk kaybından ne çıkar” diye geçirdi  içinden. Elinde  kalan bir tanecik kızına ve yorgun eşine hayal kırıklığını belli etmemeye çalıştı. Ailece iki katlı evi köşe bucak  dolaştılar. Gözleri ata yadigârı duvar saatini, divan halılarını, halı yastıkları, yüklükteki yatak yorgan denklerini aradı. Mutfak tereklerindeki kirpikli sahanlar, serpuşlu sahanlar, yazılı bakır siniler, teştler, kulplular, kazanlar, kuşkanalar, güğümler ve  bakraçların   hiçbiri yerinde  değildi. Evin ağır eşyası sayılan usta marangoz elinden çıkmış ceviz çeyiz sandığı da yoktu. Elinin, gözünün emeği dantel ve nakışları,  anacığının kanaviçe yatak takımları, anneannesinin üzüm salkımı iğne oyası perdeleri de orada saklıyıdı.  Ama, içinde binbir hatırayı ve emeği barındıran bu sandık da kayıplara karışmıştı. El kalınlığı toz bağlamış metruk evin tavanlarından  aşağıya doğru örümcek ağları sarkıyordu. Mevlüt Ağa, eşinin ümitsizlikle etrafı tarayan gözlerindeki ıstırabı fark etti.  “Hanım neleri geride bırakıp gelip çıktık ya,  buna da şükür,  hikâye değil biz bir savaş yaşadık. Üzülme eşya yerine konur. Binlerce can heder oldu. Bizim de ciğer  parelerimiz  gitti. Yanacaksak onlara yanalım, gerisini boş ver” dedi. Müşerref hanım; nice dar geçitlerin, nice ateş hatlarının  içinden geçmiş olmanın verdiği olgunlukla eşine baktı. “Haklısın efendi, aşığı yuduzduk (=kaybettik), çullarımıza mı güveneceğiz” dedi.

Kağnıdan indirdikleri eşyaları  içeriye taşıdılar. Müşerref hanım; ilk şaşkınlığını üzerinden çabucak attı, yeni yetişmekte olan kızı Emine’ye  “hadi yavrum, şu külekleri al, gidip çeşmeden su getirelim” dedi.  Sokağa çıktıklarında komşu evlerinin bir çoğunun ağır  hasarlı olduğunu gördüler.  Mahallede hiçbir hayat emaresi göze çarpmıyordu. Ana-kız, suları taşıyıp,  işe koyuldular. Toz tabakaları ile birlikte geçmiş zamanların  pasını,   yüreklerinin ahını, kayıplarının yasını silmecesine dört elle işe  sarıldılar. İki gün boyunca durmadan sildi süpürdü, yudu yıkadılar. Müşerref  hanım, “evlat, çok yorulduk ama ev de su koktu, temizlik gibisi var mı, illa ev illa de ev, insanın kendi evi olsun da içinde  aç, çıplak, soğukta  otursun, zararı yok, Kangal’da ne günler gördük, nelere katlandık. Allah, kimseleri muhacir etmesin” dedi.

Mevlüt ağa, geldiklerinin ikinci günü Kavaflar çarşısının yolunu tuttu.  O, baba mesleği olan kunduracılıkta karar kılmış; bu zenaatte haklı bir şöhretin sahibi olmuştu. Sıkı kepenklerin altında gizlenen dükkânı her nasılsa korunmuştu. Tezgâhı, peştamalı, alet edevat kutuları  olduğu yerde duruyordu. Ama bu samimi ve neşeli çarşıda da  bir  ölüm sessizliği hakimdi. “Komşu esnaftan ses seda yok niye acaba” diye düşünerek biraz oyalandı. Bu geleni gideni olmayan sükunet ortamında   daha  fazla kalamadı. “Bir havadis, bir şenlik  varsa  Aynalı kahvededir, oraya gitmeli” diye içinden geçirerek  yola düştü. Kahvede üç beş kişi ancak vardı. Her parmağı ile ayrı işe yetişen kahveci Nusret’in o eski cevval hâlinden  eser kalmamıştı.  Bu orta yaşlı kahveci; yeni  gelen bu müşteriyi tanımaya çalıştı ise de çıkaramadı. Zira Mevlüt ağa; eski Mevlüt ağa olmaktan çok uzaktı. “Selamünaleyküm ben Mevlüt, Yeğenağalı Mevlüt, Kavaf Yusuf ağanın oğlu Mevlüt” diye söze başlayınca diğer oturanlar da yerlerinden kalktılar. Mevlüt ağa kırık bir sesle “Muhacir olmuştuk, yeni döndük ” diye ilave etti.  Orada bulunanlar hararetle bu eski dosta sarılıp, hâl hatır sordular. Nusret; çayları tazelerken, şehrin perişanlığı, hadsiz hesapsız kayıplar,  kıyımlar ve yavaş yavaş geri dönmeye yüz tutan  göç kafilelerinden söz edildi.

Sohbet, giderek koyulaştı. Köylerdeki katliam, Yanık Dere, İstasyon Caddesi barakalarındaki facia ve          daha bunu gibi birbirinden vahim nice  mezalim silsileleri gündeme geldi. Duydukları karşısında kalbi sıkışan , gözleri yaşla dolan Mevlüt Ağa, ağlamaklı bir sesle “bu kadarını tahmin edemezdim, benim canım hemşehrilerim, bu kadarı şeytanın bile kârına yakışmaz. Ben gurbet ilde hem babamı hem de iki evladımı kaybettim kaybetmesine ama şimdi bu işittiklerimden sonra kendi yitiklerimden bahsetmekten utanır oldum,” diye inledi. Ama o asıl acıyı Cinis köyüne gelin giden sevgili kız kardeşi Zehra’nın, eniştesinin, dünürlerinin ve  köyün bütün fertlerinin öldürüldüğü haberini alınca yaşayacaktı.

Mevlüt ağa, o gün eve nasıl vardığını bilemedi. Müşerref hanım, “ibrişimim” diye çağırdığı yumuşak huylu tazecik görümcesinin ve  genç güveyilerinin  kaybıyla bir kere daha can evinden vuruldu. “Zehra’yı gelin olduktan sonra ancak bir defa görebildim. Dünürlerimizle doğru düzgün hâlleşmeye bile fırsat olmadı. Ne zadegân insanlardı. Adamın hasıydılar.” Diyerek günlerce göz yaşı döktü. Bu son kayıplar kederlerine tuz biber ekmişti.  Artık hane halkı mecbur kalmadıkça aralarında konuşmuyor, birbirlerinden gözlerini kaçırıyordu. Mevlüt ağaya bu acı çok koymuştu. Yüzüne hasret kaldığı biricik kız kardeşi Zehra’nın ve diğer yakınlarının yasıyla yemeden içmeden kesildi. Gözüne bir damla olsun uyku girmedi. Bir taraftan da içten içe sitem ediyordu. “Ah Kahraman ağa ah, nur içinde yat, haber saldım, gelin, beraber hicret edelim” dedim. “O, yerimi yurdumu  bırakıp da bir yere gitmem, ölüm gelecekse burada gelsin” diye cevap gönderdi. “Diklenmenin zamanı değildi” diye hayıflanırken bedeni kaskatı kesiliyordu.

Mevlüt Ağa; Zehra’nın Cinis beylerinden Kahraman  ağanın oğluna gelin gittiği o güz sabahını hatırladı. Baba evinden al duvağı ile çıkan genç kızın göz yaşları ile ıslanmış güzel yüzünü okşamış; ona “el kapısı açmak kolay değildir, yolun açık olsun bacım, Allah’ın emri olmasa değil seni; senin saçının bir telini bile hiç bir kimseye kıyıp da vermem, ama neylersin ki dünya düzeni böyle kurulmuş, Peygamber’in sünneti bu, Allah’a emanet ol”  demişti. Zehra, dadaşının omuzuna kapanmış olduğu hâlde iki kardeş bir müddet ağlaşmışlardı. Mevlüt Ağa, töreye uyup  bacısının beline beşibiryerde takılı kırmızı kurdeleyi bir kuşak gibi  bağlamış; sonra da içi dağlanarak onu uğurlamıştı. Bu evliliğin üzerinden dört ay kadar bir zaman geçmişti ki; şehir Rus işgaline uğramıştı. Bu işgalle birlikte herkesin pusulası şaşmış; ahaliden binlercesi işkence ve kıyımın kucağında, nicesi ise salgın hastalıkların pençesinde can vermişti. Kalanlara ise neredeyse imkânsız hayatların ipine sarılmak, yitiklerin kahrıyla  kavrulmak düşmüştü.

Eli işten güçten soğuyan Mevlüt ağa, her içi daraldığında kendisini Aynalı  kahveye atıyor, oradaki felaketzede hemşehrileriyle hâlleşiyordu. Her seferinde bu yaralı yürekler; her biri ayrı bir kitap olacak hayat  sayfalarını ucundan kaldırıp okumaya başlıyorlardı. Hem-dert olmak; kayıpların yükünü bir nebze de olsa hafifletiyordu. Yine böylesi bir  sohbet günüydü. İşgal ve seferberlik maceraları üzerine konuşuluyordu.

Bir  ara kahvenin kapısı  açıldı. Hırpani kılıklı  genç bir adam üçer yaşlarındaki iki oğlan  çocuğunu ellerinden tutmuş olduğu hâlde içeriye girdi. Selam verip oturdu. “Ey cemaat” diye söze başladı, “Bu çocuklar, Uruslukta anasız babasız kalmışlar, Veyis Efendi mahallesinden Paşa nine, bu gariplere sahip çıkmış; yanına alıp bakmış bakmasına ama biz iki gün önce Paşa nineyi de toprağa verdik. Bu biçareler ortada kaldı. Sevabınıza biri alsın” dedi.

Mevlüt ağa, çocuklara dikkat nazarıyla baktı. Korkak, çekingen bir ifadeyle yere bakan bu altın perçemli ikizlere içi kaynadı. Hiç düşünmeden “onları ben alacağım. Rabbim benden aldığı  oğulların yerine bunları gönderdi. Bu İlahi emanetlere, bu hem öksüz hem yetim sabilere ömrüm oldukça babalık edeceğim” dedi. Çocukları eve getirdi. Müşerref hanım bu mahzun yüzlü, ürkek bakışlı çocukları  daha ilk bakışta çok sevdi. “Bu yoklukta ne ile bakıp besleyeceğiz” diye aklından geçirdi ise de böyle düşünmüş olmaktan utandı.  “Efendi bu balalar  bize acılarımızı unutturacak, onları bize gönderen Rabbim, rızıklarını da gönderir elbet”  dedi.

Gerçekten de bu iki güzel çocuk ilaç  yerine geçmiş, aileye yaşama gücü vermişti. Onlarla meşgul olmak,  hizmetlerine koşmak her birine iyi geliyor, ferahlama imkânı sağlıyordu.

Aradan yıllar geçti, şehir biraz biraz canlanıyor, yaralar yavaş yavaş sarılıyordu. Bir iş çıkışı Mevlüt ağa, yine Aynalı kahveye uğradı. Henüz oturmuştu ki, yanındaki masaya gelip yerleşen yanık yüzlü bir gençle göz göze geldi.   Selam ve hâl hatır fasıllarından sonra;  genç,  “ağam, düşman çizmesiyle çiğnendiğimiz  günlerdi. Ben Cinis köyünün çobanıydım. Bir gün koyunlarımı otlatırken, köyden feryatların geldiğini duyup, dumanların yükseldiğini gördüm. Bulunduğum yerdeki bir dere yatağına saklandım.  Ancak iki gün sonra korka korka köyüme gidebildim.

Canım köyde hiç bir  canlı kalmadığını gördüm, anama, babama sülaleme kıymıştılar” dedi.   Cinis köyü lafını duyunca dikkat kesilmiş olan Mevlüt ağa, nefesini tutmuş bir şekilde bu genci dinliyordu. Çoban anlatmaya devam etti :  “Bey, yıkıntıların arasında dolaşırkan bebek ağlamaları işittim. Acaba yanlış mı duyuyorum diye bakınırken, kilerde boş hamur teknelerinin içinde yatan ikiz oğlan çocuklarını buldum. Anaları onları korumak için oraya yatırmıştı zahir. Ben, o  şaşkınlıkla ne yaptığımı bilmez bir hâlde iken  o yavruları kaptığım gibi yürüye yürüye şehre geldim. Bebekleri Veyis Efendi’deki Paşa nineye teslim ettim.

Zaten anam Zehra gelinin ebesiydi, o ikizler anamın avucuna doğmuştu.  Geçenlerde içime bir ateş düştü Kahraman ağanın emanetlerine ne oldu diye merak ettim. Geldim baktım ki Paşa nine ölmüş, ben şimdi o garipleri arıyorum, yoksa ben o masumların hesabını dünyada da ukbada da veremem” dedi.  Mevlüt ağanın yüreği yerinden fırlayacakmışcasına çarpıyordu.  Daha fazla sabredemedi, yerinden  kalktı. “Yani sen ne söylüyorsun, o ikizler benim kız kardeşimin çocukları mı?” diye sordu.

Çoban kesik kesik,  “o senin bacın mıydı bilmem,  ama onlar Kahraman Ağa’nın torunları, Zehra yengenin evlatlarıydı” dedi. Mevlüt ağa, “Allah, onları dayılarının yanına gönderdi, onları bana teslim etti. Yiğidim, şu Allah’ın işine bak, yeğenlerimi benim kucağıma koymuş da haberim yok “ diyerek genç çobana sarıldı. İkisi birlikte kalkıp da evin yolunu tuttuklarında Mevlüt ağa; “bu yaşıma kadar  çektiklerimin hepsini unuttum. Unutturdun çilelerimi bana  Rabbim,  sana şükürler olsun” diye dua ederken sel sel akan göz yaşları ile içinin yıkandığını,  kuş gibi hafiflediğini  hissetti.

📆 27 Haziran 2013 Perşembe 15:02   ·   💬 1 yorum   ·   ⎙ Yazdır

“Zor yıllar (bir gerçek hikâye)” için bir yanıt

  1. Ayten Aydin dedi ki:

    Insanin benligine deyen ve icini hem sizlatan ve hem de bu sicakligi ile kucaklayan bir hikaye -gercegin ta kendisi herhalde- . Tesekkurler Belkis hoca. Hikayeyi butun benligimle sarilarak okurken simdilerde hic duymadigimiz ve muhtemelen de nesli tukenmis bir insani tasvir eden ” Ne zadegân insanlardı. Adamın hasıydılar.” laflari beni cok etkiledi. Bana oyle gelyor ki bu hikayeyi okuyan her kimse bir nebze icindeki ZADEKAN insana degecektir ve de az veya cok oyle olmaya calisacaktir. Bu hikayenin genis bir okuyucu kitlesi tarafindan okunmasini ve okuyucularin bir anlik ta olsa iclerindeki bu zadekan insana degmelerini dilerim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ERZURUM'DA HAVA

ERZURUM
Esentepe Avrupa Konutları
YENİ SAYI

YAZARLAR

RÖPORTAJLAR

ANKET

Üzgünüm, şu anda etkin anket yok.

BAĞLANTILAR