Nihat Kitapçı’nın belediye başkanlığı döneminde, yani 80’li yıllarda ilk kez
duymuştum: Kale’nin etrafındaki yapılar sökülecek.
O gün için bu plan, ütopya olarak görünüyordu.
Çünkü ne belediyenin mali ve teknik gücü bu çapta bir işe elverişliydi, ne de o günkü
şehir konseptinde böyle bir beklenti ve anlayış vardı. Nitekim Nihat Bey’den sonra
Necati Güllülü, ardından Mehmet Ali Ünal, devamında Ersan Gemalmaz, Mahmut
Uykusuz ve Ahmet Küçükler geldi.
Mümkün ki, bu başkanların tamamı o hayali gerçekleştirmek istediler ancak salavatın
kuvvete bağlı olması misali kimse kazma vurmaya cesaret edemedi. Hemen her
başkan döneminde yollar, parklar, işhanları yapıldı ama Kale’nin etrafı bir türlü
açılamadı.
Pekii gerekli midir?
Kuşkusuz ki evet, gerekli?
Eskiler, “müesseseler ihtiyaçtan doğar demişler.”
Çok doğru.
Bundan 20-30 yıl önceki Erzurum için o proje, belki “aşırı lüks” bulunabilirdi, lakin
bugünkü Erzurum’a, o ve benzeri projeler bırakın “lüks” olmasını, elzem ihtiyaçlardır.
Geçtiğimiz Cumartesi günü sevgili Recep Kapucu’yla çıktığımız “şehir turu”nda,
Kale’yi de ziyaret ettik. Recep’in de benim de en çok merak ettiğimiz husus şuydu:
Başkan Küçükler, ta aylar önce “Kale’nin etrafındaki istimlak başladı, yüzlerce
meskeni kamulaştırdık, tarihi eser olanlar hariç hepsini yıkacağız” demişti.
Başka bir ifadeyle, Yakutiye’nin Üç Kümbetler’de yaptığı gibi tarihi eserin çevresi
temizlenecekti.
Parayı Ankara veriyor. Yani belediyelerin kasasından bir kuruş çıkmıyor. Hükümet
“cazibe merkezi” kapsamında Erzurum’daki eski yapıların kamulaştırılmasını istiyor.
İyi de yapıyor.
Kaynak sorunu yok.
Bütün mesele, cevval bir belediye başkanı olmasında ve başkanın da kimseyi
mağdur ve perişan etmeden hakkını ödeyerek harabeleri ortadan kaldırması…
Yakutiye’de Ali Korkut, Palandöken’de Orhan Bulutlar, Dadaşkent’te de Fatih Cengiz
bunu başardılar. Palandöken’inki belki çok değildi ama sonuçta somut bir hizmet var
ortada. Yakutiye ve Dadaşkent gerçek anlamda kentsel dönüşüm projesi uyguladılar.
Soru şu:
“Büyükşehir elini kolunu bağlayıp oturdu mu?”
Hayır; oturmadı elbette? Büyükşehir de bir çok kamulaştırma yaptı, harabe yapıların
bir kısmını ortadan kaldırdı, TOKİ ile yeni yapılaşma sağladı ama yapılan tüm bu
çalışmalar büyükşehir belediyesinin çapına göre çok küçük işlerdi. Büyükşehir ne
zamanki Kale’nin etrafını açıp, orayı yemyeşil bir vadiye kavuşturursa, asıl görevini
yapmış sayılır.
Kale’nin önünü, arkasını, yanını hasılı dört bir tarafını adım adım dolaştık.
Sökülen tek bir mesken yoktu.
Yapıların yüzde sekseni zaten terk edilmiş durumda, bir çoğu da ya tamamen
kendiliğinden yıkılmış yahut da yıkılmak üzere…
Belediye henüz kazma vurmamış.
Neyi bekliyor, niye koskoca inşaat sezonunu boş geçirdi bilmiyoruz.
Bu sorum Başkan Küçükler’e değil. Çünkü hiç unutmam tam üç ay önce aynı soruyu
sorduğumda, “yarın söküm başlıyor” demişti.
Üzerinden üç ay geçti; o gün gördük işte ne söküm var, ne de en küçük bir işaret..
Zahir maşeri vicdanı tatmin edici bir cevabı vardır; keyfi olmayacağına göre…
Soruyorsunuz, “Kale’nin etrafı açıldığında ne olacak, beton yığını yüksek binalar mı
yapılacak, iş merkezleri mi, meskenler mi inşa edilecek?”
Dikkat ettiyseniz sorunun içinde, “nasıl bir yeşil vadi olacak?” diye bir cümle yok.
Hemen herkes sökülecek eski evlerin yerine, çok katlı binaların kondurulacağına
inanıyor.
Halbuki hiç de öyle değil.
İlla da bir örnekle anlatmak gerekirse Kale’nin etrafı açıldığında, Konya’daki Alaaddin
Tepesi’ne benzer bir manzara vücuda getirilecek.
En öne çok katlı olmayan işyerleri yapılabilir ama yukarıya doğru çıkıldığında teras
şeklinde bahçeler olacak.
Başka bir deyişle şehrin tam göbeğinde, yeşil bir tepe oluşacak. En üstte kale, alt
tarafında zümrüt yeşili teraslar…
Para gani, yetki sınırsız, imkan istemediğin kadar…
Eski belediye başkanları bunlardan sadece birine sahip olduklarında, bugün bile
şükranla andığımız eserlere imza atmışlardı.
Belediyeler bugün para içinde yüzüyor.
Ahmet Küçükler, Tebrizkapıdaki Nenehatun Heykeli’ni söküp yok etmede gösterdiği
marifetin binde birini Kale’nin etrafını açıp, yeniden yapma yolunda sarfetseydi
Erzurum, şimdi muhteşem bir görünüme kavuşmuş olacaktı.
Düşünebiliyor musunuz nice başkanlara nasip olmayan bir imkan ve fırsat Ahmet
Bey’in eline geçmiş, ama inadına değerlendirmiyor.
“Canım niye bu kadar aceleci oluyorsunuz, ne belli belki adamcağızın bir bildiği
vardır” diyenler olabilir…
İnanınız ki itiraz etmiyorum, olabilir. Hatta belki de öyledir de…
Fakat çıkıp kamuoyuna açıklasın ne düşündüğünü, ne yaptığını ve aradan üç yıl
geçmesine rağmen niye Kale’nin etrafına kazma vurmadığını anlatsın, herkes gibi biz
de “eyvallah” diyelim.
İŞÇİSİYLE KÜREK SALLAYAN BİR PATRON: SALİH ZEKİ SEZER
Son beş on yıldan beri artık Erzurum’da da son derece sevimli konutlar yapılıyor.
Eskiden Komünist Rusya’nın kolhozları gibi, tek tip, soğuk, estetik fukarası ve yüzleri
asık konutlar yapılıyordu.
Erzurum son yıllarda zevk sahibi, dünyayı görmüş, mimariden anlayan, kent kaygısı
taşıyan mühendisler, mimarlar ve en önemlisi de o mühendis ve mimarlara fırsat
sunan müteahhitlerle, işadamlarıyla karşılaştı.
Müteahhitlerimizin bir kısmı düne kadar, kooperatifçiydi; ama bugün her biri birer
saygın işadamı oldular ve yaptıkları hizmetlerle gerçekten de alkışı hakettiler.
Yüksek tahsil görme imkanım olmadı şayet olsaydı, öncelikle hukukçu olmak
isterdim, ya da mimar…
Bu sebeple nerede iyi bir hukukçuyla karşılaşsam saygı duyarım, ne zaman güzel bir
bina görsem önünde durup özlemle bakarım.
Büyük şair Sezai Karakoç bir dizesinde demiş ki, “İyi insanlar iyi atlara binip gittiler”
Bendeniz zannederim ki Sezai Bey bu dizeyi Erzurum için söylemiş.
Hüzünlenirim, efkar basar ruhumu…
Fakat bazen öyle enstantaneler görür öyle kişilerle karşılaşırım ki, yüreğimi kaskatı
kesen o kasvetin yerini ümit dağları kaplar.
Ohh derim, demek ki Erzurum’da hala iyi atlarına binip gitmemiş iyi insanlar var.
İşte o insanlardan birini geçen hafta evimin balkonundan, hem de geceyarısı gördüm.
Efendim Kayakyolu’nda oturuyorum. Bizim apartmanın tam önünde Sezerler’in yan
yana yaptığı üç bloktan oluşan güzel bir sitesi var.
Anlatacağım şey, bina ya da Sezerler’in yaptığı o güzel bloklarla doğrudan ilgili değil.
Gece yarısı balkona çıkmış hava alıyordum. Hemen karşımdaki inşaatta kürek sesleri
geliyordu.
Ne oluyor diye dikkatlice baktığımda, iki kişi ellerinde kürek harıl harıl yolu
temizliyordu.
Işık yeterli derecedeydi, o iki kişiden biri inşaatın bekçisiydi öteki ise Sezerler
İnşaat’ın sahibi Salih Zeki Sezer’di…
Kendi inşaatlarından bizim binanın önüne dökülen molozları temizliyorlardı; gece saat
bir’di ve bir patron işçisiyle beraber kürek sallıyordu.
Salih Zeki Bey, altmış yaşını geride bırakmış bir insan… Ama çalışmayı seviyor..
Daha önemlisi çok mütevazi, kibirden zerre eser yok.
Balkondan dakikalarca onları izledim.
Salih Zeki Bey, bir yandan kürekle toprak atıyor, bir yandan da işçisiyle sohbet
ediyordu.
O’nu incitmeden onu aşağılamadan yol töre öğretiyordu:
“Kimseyi rahatsız etmeye hakkımız yok. Bu toprak bizim inşaattan çıktı, komşumuzun
evinin önünü kirletmesine izin vermeyelim ki, kimse bizden müşteki olmasın, bize
gönül koymasın.”
Patron kürek sallar da işçi durur mu, işçi de “haklısınız” deyip patronuyla beraber
yoldaki toprağı kendi inşaatlarının bahçesine atıyordu.
Salih Zeki Bey, iddiasız bir insan…
Bunu kendisini iyi tanıdığım için söylemiyorum; bu düşüncem, o çaptaki bir
işadamının gece yarısından sonra işçisiyle sokak temizlemesinden kaynaklanıyor.
Haydi siz söyleyin kaç patron tanıyorsunuz ki, gece vakti işçisiyle kürek sallasın,
işçisiyle aynı mesai içinde ter döksün.
Sezerler İnşaat bu şehirde yüzlerce daire yapmış, yapmaya devam eden ve vaadinin
arkasında duran bir şirket… Yani dünkü heveskar değil…
Tek örnek Salih Zeki Sezer’dir demiyorum.
İlla ki nice patronlar da böyledir. Fakat bendenizin gece yarısı gördüğü o manzara,
kabul edersiniz ki vaka-i adiyeden de değil.
Duygusal bir insanım ve küçük şeylerden mutlu olmayı bilen biriyim.
Gece yarısı, işçisiyle beraber kürek sallayan bir patron beni umutlandırdı.
Şehrim adına umutlandım, iş dünyamız adına umutlandım.
Bazı ekabirlerin, “Efendim patron patrondur, işçi de işçidir” dediğini duyar gibiyim.
Öyledir iki gözüm öyledir, lakin bir de işin insani boyutu var.
Düşünün ki manzara şöyle olsaydı:
Salih Zeki Sezer elleri cebinde işçinin başına dikilmiş, “şurayı temizle, bak şurada da
kaldı, onu da al” diyebilirdi. Zaten genelde de durum bu…
Bendeniz onu öyle görüp ertesi gün “vah kötü adam vay zalim patron” diyecek
değildim.
Fakat Salih Zeki Sezer de gözümde böylesine büyüyemezdi…
Milyonların sahibi bir işadamı, o saatte evinde olmak yerine şantiyesinde işçisiyle
beraber amelelik yapıyorsa, lütfen bu anı kimse sulandırmasın. Çünkü orada ne
kamera, ne de siyaset vardı.
Biz öyle işadamları öyle bürokratlar tanıdık ki, kapıcısıyla aynı dine inanmayı, işçisiyle
aynı tabaktan yemek yemeyi kendine zuladdediyordu.
Salih Zeki Sezer gibilerine rastlayınca, gördüklerimizin altını kalınca çizme ihtiyacı
duymamız bundandır.
Efendim sözü bugün de yine çok uzattık ve daha yazmamız gerekenleri yazamadık.
Neyse Allah fırsat verirse yarın da devam edeceğiz. Öyle ya Erzurum’da yazı konusu
olacak malzeme, bizde de söz çok olduğu sürece, daha nice tefrikalar çıkarırız.
Nasılsa önümüz sonbahar…
Bir yanıt yazın