Değerli hocamız Prof. Dr. Ahmet Bican Ercılasun beyefendi, Gazi Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta “bir insan aslında tek başına çok şeydir, kendinizi küçümsemeyin,” demişti. Bu cümle bana çok çarpıcı gelmişti. Sahi, bir insan çok şey miydi?
Bir insandan ne çıkardı, dünyada kaç milyar insan vardı. O yekûna nispetle bir insan bir zerre hükmündeydi. Ayrıca yerin altı, yerin üstünden çok daha kalabalıktı. Milyarlarca can konmuş göçmüş, esmiş savurmuş, atmış tutmuş, yağmış gürlemiş
ama neticede nisyana karışmıştı.
Âleme velvele salanlar, adı bilinenler, iz bırakanlar, eseri ile yaşayanlar sayıca çok değildiler. Kahir ekseriyetin ise namı nişanı kalmamıştı. Hesaba vurulamayan hâmûşânın (=susmuşların, ölülerin) kırık bir mezar taşı bile yoktu.
Herkes kral, herkes padişah değildi. Devir açıp kapayan, gazalarda bayrağı önden koşturan, hüküm-ferma olan, dirayetiyle, ilmiyle, binasıyla, fırçasıyla, bestesiyle, kalemiyle adını tarihe kazdıranlar azınlıktaydı. İnsanlığın kaderini değiştiren fetihler, çığır açan buluşlar, meçhulleri aşikâr kılan keşifler, sırları çözen ilimler, güzelliği kalıba döken sanatlar yoluyla ismini yaşatmak şüphesiz ki her fâninin kârı değildi.
Ama böyle de olsa o sessiz yığınların, o adsız kahramanların akıl ve emeği göz ardı edilebilir miydi? Bir buğday tohumunu, bir bakla çekirdeğini bir sonraki kuşağa taşıyan; ekmenin, biçmenin, sulamanın kurallarını koyup geliştiren insan daha mı az değerliydi? Bitkilerden kumaş dokuyan, renk ve desen cümbüşü ile ürettiğini elvan elvan nakışlayan zekâ basit sayılabilir miydi? Sesi harf denilen şekle döken, harfi kelimeye, kelimeyi cümleye tahvil edip yazıyı bulanlar azımsanabilir miydi? Bin bir çeşit alet edevat yaparak hayatı kolaylaştıran zanaat erbabı küçümsenebilir miydi? Ağacı, taşı -toprağı, madeni emrine ram kılanlar hafifsenebilir miydi
Her türlü ilim ve sanat kazanımını nesilden nesile aktaranlar, evrensel insanlık tecrübesini katlaya katlaya yarınlara taşıyanlar devre dışı kalabilir miydi? Senelerle kol kola girip ileriye atılan zamanın; eteğinde taşıdığı el emeği göz, nuru nice ürün yok sayılabilir miydi?
Ezici çoğunluk, dünya genelinde ortalama bir hayat yaşar, işinde gücünde, evinde çölünde ömür tüketir, neticede geçip giderdi. Güne uyananlar, her sabah ömür sermayesinden yeni bir yaprak koparırdı. Vadesini doldurunca da içecek suyum, yiyecek ekmeğim bitti diyerek seferine nokta koyardı. Bu sessiz ve derinden işleyen isimsizler; asıl büyük yapıcılar, gerçek ustalardı.
O hâlde önemsiz, değersiz, sıradan yoktu. Zaman, ırk ve iklim şartları bazı insanların öne çıkmasına, sivrilmesine, varlık göstermesine sebep olmuştu. Talih ile dâhilî ve haricî imkânlar manzumesi; denklemi iyi kurmuş, hem-ahenk hesap pusulaları çıkarmıştı. Nam salanları; farklı kulvarlarda yüzmeye sevk eden biraz da kendi dışlarındaki şartlardı.
Fakat yine de zirvelere çıkmak kolay hikâye değildi. Çoğu zaman işin ucunda nefsinden geçerek, rahatını feda ederek, dur durak bilmeyerek çabalamak vardı. Büyük işlerin şaşmaz kanunlarında büyük gayret, büyük emek, büyük sebat vardı. Istırap ve meşakkate tahammül vardı. Genellikle zirveye götüren merdiven basamakları ağır ağır çıkılırken en üst basamak ve sonrası görülemezdi. Yolun sonunun neye varacağı, o üst merhalede nelerle karşılaşılacağı malum olmazdı. Tırmananın gayesi berrak ise de ufukları çoğu zaman boz bulanık idi.
Ama zirve yolculuğunda inandığı yola baş koyma, çileye talip olma söz konusu idi. Herkes kendi hayatının kahramanı olmakla beraber; tarihin, ilmin, sanatın ve gönüllerin kahramanı olmanın rüknü farklıydı. Yine de açığa çıkmamış, su yüzüne vurulmamış olsa da nice insanda o rüknü karşılayacak alt yapı mevcuttu. Fakat buna rağmen o filizlenememiş istidatlar genellikle arada kaynayıp giderdi.
Bu var oluş gerçeğini çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin dikkatlerine sunmakta fayda vardı. Çünkü sıra dışı işlere demir atmanın olmazsa olmazları, evvelemirde büyük düşünmek, kendine inanmak, dayanmak, ciddi bir azim ve irade ortaya koymaktı.
Fakat kulak ardı edilemez temel düstur; kim ve ne olursa olsun her insanın başlı başına bir değer oluşuydu. O sebepten hiçbir candan ümit kesme, hiçbir kimseden vaz geçme lüksümüz yoktu.
Çünkü Yaradan insanı kendisine muhatap kılmıştı. İnsan, İlahi hitaba mazhar olmuştu Evren, onun varlığıyla bir anlam kazanmıştı. Dünyanın ziyneti (=süsü) insan hem aklı, hissi, ruhu ve beden gücüyle dünyaya pek çok şeyi katandı, hem de dünyaya katılandı. O, öğrendikçe cehaletini öğrenen, yaşadıkça aczini bilendi.
İnsan “eşref-i mahlûkat”tı. Yani yaratılmışların en şereflisiydi. Âlemlerin özü ve özeti olduğunu bilmek asla, ego’yu şişirmek demek değildi. Tek nüsha ve biricik olduğunu fark etmek; asla bir kibirli ve mağrur olma hâli değildi. Bilakis bu biliş; kendi şuuruna ermek, sorumluluk ve görevlerini bilmekti. Kendi imkân ve sınırlarını tanımak, kendi aczini kabullenmekti.
İnsan bir taraftan yolunun her an ölümle kesişebileceğini bile bile çetin hayat mücadelelerinin, zorlu dünya meşgalelerinin içine girerdi. Bir taraftan da aczine rağmen muktedir olma yolunda mesafeler katederdi. Onun asıl büyüklüğünü yapan sır da burada gizli olmalıydı.
Evet, bir insan, tek başına çok şeydi. Onun için bu gerçeğe uyanarak,
kendi içindeki potansiyel güçleri açığa çıkarmalıydı.
Bu itibarla “haddimizi de bilelim, kadrimizi de” sözü bir altın anahtardı.
BELKIS ALTUNİŞ GÜRSOY
Son zamanlarda okuduğum en iyi tahlillerden birisi.Ayrıca bugün aklıma bazı sualler takılmıştı onların da cevabı oldu.Elinize sağlık.
Gunumuzde haddimizi bildirenlerin, daha dogrusu kisitlayanlarin coklugu, cok defa kendimizi farketmemiz ve de Belkis hocanin hatirlattigi gibi “o adi bilinmeyen teklerden biri olmasak her türlü ilim ve sanat kazanımını nesilden nesile kim ve nasil aktararacakti”. Tek nusha ve biricik olmanin verdigi ayricalikla da her birimizin tek tek ve bir butun olarak insan oldugumuzu derinden hissettirecek her turlu sanat ve sembolik ifade yolunu kim doseyecekti. Her tekil hur birakilirsa heseyden once kendi yasaminin anlamini kavramak ister. Bu kavrama erenler ve onu degerlendirme imkani olanlar da onu bir cevher gibi degerlendirerek once kendinin en mutlu olacagi bir surece koysa da giderek yoluna cikanlarla butunlese butunlese bu yolun acilmasi ve onune cikacak manilerin kolayca asilmasini destekler. Bir insanin herseyin ustunde, bu yolu bulup orada yurumesi en buyuk mutluluk olmaz mi? Iste dunyayi daha guzel yasanabilir bir mekan yapanlar da bazen adli ve cok defa da bu adsiz teklerdir. Buna erismis ve bunu bilen gelmis gecmis adsiz tekleri yadedelm. Onlarsiz bugune gelemezdik. Ve de onlarsiz icinde bulundugumuz bu cok girdapli gunumuzun icinden de yol bulup cikamayiz. Birimiz hepimizi yapar. Degerimizi ve de gelecek kusaklari da dusunerek insanliga olan vecibelerimizi bilelim ve yerine getirelim.