Hep iyi niyetli olmaya, hep bardağı dolu tarafından görmeye çalışsak da dünyanın ve ülkemizin genel manzarasının hiç de iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz.
Kahır yüklü bir hayatı sırtlayıp da bazen suskun, bazen sızıltılı yoluna devam eden kitleler ahvali şaşkın, telaşlı, ürkek seyrediyorlar. Sesli kalabalıklara nispetle sessiz yığınlar çoğunlukta. Durup da üzerinde düşünmeye, derin bir akılla mevcudu yoklamaya, gelip geçeni tahlil etmeye kimsenin takati yok. Dünya ile aramıza mesafe koymaya, kendi hayatımıza olsun zaman zaman uzaktan bakmaya, bir film şeridiymişçesine olup biteni dışarıdan seyretmeye ne yazık ki çok da zaman bulamıyoruz. Çarklar bu kadar hızlı dönerken, yeni yeni oluşumlar selli yağmur gibi üzerimize inerken, gelip geçeni, yaşanıp da hükmü biteni gözden geçirmeye çok da ihtiyaç duymuyoruz.
Bu durumda insan sormadan edemiyor.
Daha iyi bir dünya için eksik olan nedir, neyi açık bıraktık, nerede yanlış yaptık.
Bugünkü çerçeveyi insanlık tarihi açısından değerlendirdiğimizde geçmiş dönemlere nispetle eğitimli, diplomalı insan sayısında ciddi bir artış olduğu söylenebilir. Ama bilgi hamulesini bilgelik eğitimine dönüştürebildik mi? Yoksa sadece beş on küfe kitabı bir yük gibi sırtımıza mı bindirdiler.
Teknik imkânlar, ekonomik göstergeler, kişisel hak ve özgürlükler, özlük hakları, tıbbi hizmetler açısından şanslı bir dönemde yaşadığımız söylenebilir. Bir veba salgınıyla birlikte tarihten silinen şehirleri hatırladığımızda bu husus daha da sarahat kazanır.
Hayatı kolaylaştıran makineler, iletişim kolaylığı sağlayan teknik donanımlar, mesafeleri yutan hızlı tren ve uçaklar, yükselen hayat standartları ile dünyanın daha yaşanılır bir yer olması umulur.
Ama, heyhat, her devrin nimeti kadar külfeti de var. Rahmeti kadar zahmeti de mevcut.
Günümüzün en büyük sıkıntılarından biri şudur : Aile yara almıştır. Dolayısıyla fert ve toplum ciddi ölçüde hasar görmüştür. Aile, okul ve sokak çoğu zaman insana bir kimlik, bir kişilik, bir ölçü, bir adap, bir edep kazandıramıyor. İçinde bulunduğumuz sıkıntılar insan odaklı olup insanın fıtratından uzaklaşması ile ilgilidir. İnsan istikametini bulamamıştır. Aile, okul, toplum, dinî, ahlaki, örfi, hukuki değer ve yaptırımlar el birliği yapıp da insana iyi bir seciye, sağlam bir duruş kazandıramamıştır.
Ülke içindeki hızlı göç ve büyük şehir tutkusu da insanları farklı açmazların içine atıyor. Köyünde kasabasında bir ağırlığı, bir yeri olan insan büyük şehirlerin kalabalıklarında kayboluyor, yitip gidiyor. Komşuluk, ahbaplık, dostluk ilişkileri de ya yok, ya da çok yüzeyde kalıyor. Etik ve estetik değerlerin aşınmasını ve yok olmasını bu yalnızlık ve başıboşluk duygusu besliyor. Bunalımlı insan, değerlerini kaybetmiş insan, insan sıfatından uzaklaşmış insan sayısında patlama yaşanıyor.
Geçmiş zamanlarda kralların, dinî, siyasi ve askerî liderlerin, ilim ve sanat erbabının kahir ekseriyetini beyler teşkil ediyordu. “Hanımlar da hiç boş durmadılar, perde arkasından o erk sahiplerini arkadan arkaya belli bir ölçüde de olsa yönettiler” denilerek bu fikre itiraz edilebilir. Ama yine de bu yönetme şekli dolaylı yoldan ve dar bir alanla sınırlı kaldı. İnsanlığın kaderini belirleyen büyük işlerde, önemli adımlarda genellikle cemiyetin erkek üyelerinin imzası mevcuttu. Beyler, her daim cemiyet içinde aktif, yönetici ve başat rollerin oyuncularıydı. Belki de eşyanın tabiatı bunu gerektiriyordu.
Şüphesiz ki, bir tarafın eksiğini, açığını karşı taraf tamamlasın ve birlikte ahenkli bir düzen kurulabilsin diye cinsler farklı farklı yaratılmıştı. Kadın zekâsı, iş gücü, dirayeti, emeği ise evin içinde, tarlada, bağda, bostanda, tezgâhta, kasnakta ama belli sahalarda varlık gösterdi. Son yüz elli yıldır bütün dünyada hanımlar daha fazla hayatın içinde, çok daha hür ve serbest konumlar içinde bulundular. Fakat bu durumda da terazinin kefelerindeki dengeler şaştı. Lehte görülen bu uygulama farklı bedeller ödetme yoluna gitti, farklı handikaplar doğurdu.
Uzmanlık isteyen işlerde varlık göstermek, meslek sahibi olmak daha mutlu bir dünyanın yapı taşlarını döşemek hususunda yardım sağlayamadı. Evi, küçük çocukları ve işi arasında bölünmüş olan hanımlar maddi ve manevi anlamda çok yük taşır oldular. Her ne kadar kreş, bakıcı, yardımcı, aile fertleri gibi boşluk dolduran unsurlar olsa da zorlukları aşma her zaman kolay olmadı. Bir yuvayı, eşi, çocukları, kendi ailesi ve eşinin ailesi ile olan ilişkileri bir düzen dahilinde yürütebilmek ciddi bir emek, sabır ve tahammül istiyordu. İş yerinde de mükellefiyet alanlarının hakkını vermek gerekiyordu. Böylesi bir kuşatılmışlık içinde olup da ayakta kalmak hiç de kolay değildi. Bu durum da işten, özel hayattan, kendi beklentilerinden, gelecek plan ve tasavvurlarından feragat etmek gibi sürekli kendinden vermeyi bir yaşama biçimi hâline dönüştürmeyi icap ettirmekteydi.
Bir koltukta bir kaç karpuzu birlikte taşımaya çalışan hanımlar, iş hayatında çoğu zaman gerçek kapasitelerini hakkıyla ortaya koyamadılar. Enerjilerini, güçlerini dağıtmış olmanın, tabiri caizse kırk parçaya bölünmüş bulunmanın çilesini yaşadılar. Bu bir haksızlık diye isyan bayrağını açanlarda ise ipler genellikle koptu. Dağılan aileyle beraber başka ve yeni problemler ortaya çıktı. Bir Amerikalı yazarın dediği gibi “bu konumda da çitin öbür tarafı daha yeşil değildi”. Bu takdirde de genellikle çocuklar ile bir evin bütün bir yükü bu tek ebeveynli evlerin annelerine kaldı. Anne ile baba arasında bölünmüş, çoğu zaman da pazarlık konusu yapılmış çocuklar da kendi çaplarında başka boyutlarda ezalara duçar oldular.
Ev hanımları da bu hızlı değişim rüzgârlarından hissedar oldular. Geleneksel yapının hüküm sürdüğü yerlerde aile kendisini daha iyi korudu korumasına ama, genel gidişteki sarsıntılardan, insan odaklı sıkıntılardan o da hissesini düşeni alarak zorlandı.
Her şeye rağmen dışarıda çalışsın veya çalışmasın evlerin dayanağı tutanağı olan, ailesini çekip çevirmeye, ocağını tüttürmeye niyetli dişi kuşların genel kadın resmimizi oluşturduğu söylenebilir.
Ülkemizde işiyle, arkadaşlarıyla veya farklı meşgalelerle dışarıda fazlaca zaman ve enerji harcayan, ailevi sorumluluklarını yerine getirmeyen, hatta parasını harcarken bile belli bir ölçüyü tutturmayan babaların sayısı hiç de az değildir. Eşini ve çocuklarını ihmal eden, onlara kötü muamele eden, psikolojik, bazen de fiziki şiddet uygulayan beylerin sayısı bir hayli kabarıktır
Bu arada kocasına dünyayı zindan eden, vardan yoktan anlamayan, mükellefiyetlerini yerine getirmeyen, başına buyruk kadın sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Bazı hanımlar eşinin kendisini “Alice Harikalar Diyarı’nda” misaline uygun bir prenses hayatı yaşatacağını düşleyerek yetiştiğinden hayatın acı gerçeklerine uzak düşüyor. Beyaz atlı prensine kavuşan gelinler, prensesliğini ilan etme ve icaplarını yaşama hevesine kapılıyor.
Şişirilen egolar, çağın ve medyanın beslediği keyfince ve serbest yaşama hevesi, özgürlük kılıfı içinde saklanmış destursuz gidişler, evin dışında cazibe merkezleri oluşturma, toplumun kimyasını giderek bozuyor.
Giderek artan ailevi huzursuzluklarla birlikte kadın cinayetleri ve şiddet de ülkemizin gündemini sık sık işgal ediyor.
Ölen kadınlar vicdanları kanatırken, ortada kalan çocukların ve acılı yakınların perişan hâlleri de yeni dram sayfalarını yazmaya hazırlanıyor. Kadın ölümleri ile baş edemezken bi-günah çocukların katli ile havsalamız büsbütün dumura uğruyor.
İlgili bakanlıkların, kanaat önderlerinin, din adamlarının, öğretmenlerin, üniversitelerin, belediyelerin, sivil toplum örgütlerinin “Kişisel Gelişim Birimleri” ve “Destek Üniteleri” oluşturmaları, projeler üretmeleri ve sokak sokak, hane, hane, tek tek fertler üzerinde çalışmaları düşünülebilir. Bu arada tespit edilen bunalımlı, sıkıntılı, kişilik problemli kimselere ve ailelere profesyonel yardım imkânları temin edilebilir. Edebali‘nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüne kulak vermek zamanı geldi de geçiyor.
Bir yanıt yazın