MENÜ ☰
ATA-AÖF’te Sınavsız İkinci Üniversite Ön Kayıtları Devam Ediyor
Büyük Erzurum Sofrası
IŞIKLI AYAKKABILAR…


Evde olmanın tadını çıkarabileceğim ve bütün hafta boyunca üst üste binen yorgunluğumu atmaya çalışacağım tatil günlerinden biri… Keyifle yaptığım sütlü kahvemi ocaktan alıp pencerenin kenarına oturacaktım ki:
“TAK” ve “ŞANGIIIRRR ŞUNGUR” sesleri ile ödüm koptu. Korkudan ne yapacağımı bilemeden öylece donakaldım bir müddet.


Neden sonra elimdekileri masaya bıraktım, pencereden dışarı başımı uzattım baktım. Bir kaç çocuk bu anı bekliyormuşcasına konuşmaya başladıi:
“Hey! Ablaaa!” Çocuklardan birini göstererek, “Aha, bu yaptı! Camınızı bu kırdı! O, kocaman taşı bu attı…”
Parmaklarıyla işaret edip suçladıkları çocuk hiç kıpırdamıyor, öylece durmuş, “Evet, ne var? Ben yaptım!” der gibi aval aval yüzüme bakıyordu. Esmer yüzünde, pırıl pırıl parlayan kapkara gözlerinde pişmanlığa dair en ufak bir ize rastlamak mümkün değildi. Bilakis ümitvar, Bir şey dile getirme pırıltıları var…
“Bekle şımarık çocuk!” dedim, “Şimdi sana gösteririm! Bu yaptığının hesabını soracağım ve bedelini ağır ödeteceğim!” Dudağını ısırır gibi yapan yaramaz çocuk:
“İstersen sen zahmet etme abla, ben gelirim” deyince hayret ettim. Bir kaç saniye sonra daire kapımın önündeydi. Hışımla kapıyı açtım, kulağını çekmemek, bir tokat patlatmamak için kendimi zor tutuyordum:
– Ne istedin benden? Camımı niçin kırdın hı? Hem de taşı bilerek, isteyerek atmışsın, niye?
– !!!
Bu sefer de öyle masumane boynunu büktü ki… Hiç çıt yok!
– Gel içeri dedim. Maksadım niçin kırdığını öğrenmek ona unutamayacağı bir ders vermekti. Sanki bu teklifimi bekliyormuş gibi, ayakkabılarını alelacele çıkartıp içeri girdi. Oldukça mahcuptu ama pişman değildi. Hem utanıyor, hem korkuyordu ama yüksek bir cesarete sahipti. Bu hâli merakımı iyice artırdı. İçimden; “Tuhaf bir ruh hâli…” dedim. Kafam iyice karışmıştı. Ne edip edip meselenin iç yüzünü öğrenmek istiyordum, Sinirlerim tepeme toplanmıştı, burnumdan soluyordum:
– Otur! Her şeyi anlat!
– Oturmamayayım abla! Üstüm çok pis…
– Otur dedim!
– Bir gazete kâğıdı ver bari onun üzerine oturayım abla! Saray gibi evinizi kirletmeyeyim!
Kızayım mı, güleyim mi? Bilemiyordum…
– Bilerek, isteyerek camımı kırdın ama sandalyeme kıyamıyorsun öyle mi?
– !!!
– Otur! O-tuurr! diye daha sert söyleyince öyle kedi gibi büzülüp kaldı… Alnına boncuk boncuk ter birikmişti. Mahçup başını önüne eğdi… Bir müddet suskunluktan sonra ağlamaklı bir sesle:
– Abla, sen üzülme cam parasını çalışır öderim… yalnız…
– Yalnız ne?
– Mühim anlatacaklarım var, biraz dinler misin?
– Mazeret!
– Değil, camı kırmak istemiyordum aslında! Taş atıp sesimi duyurmak istiyordum ama ayarlayamadım kırdım! Bilerek yaptım kabul ediyorum, ödeyeceğim ama…
– Aması da nee?
– Abla, sen bu mahalleye yeni taşındın biliyorum. Pek hâli vakti yerinde, zengin olduğunu da…
– Zengin mi? Ne zengini? Hayvan gib, çalışıyorum! Beş kuruş kazanmak için sabahtan akşama kadar canım çıkıyor. Bunun neresi zenginlik? Bir tatil günümü evimde oturup istirahat etmek istiyorum, gelip camımı kırıyorsun! Üstelik bir de, ‘bilerek yaptım’ diyorsun! Gayet de pişkinsin helâl olsun sana!
– !!!
Çocuk, bir şeyler demek istiyordu ama beceremiyordu nereden başlayacağını… Gözleri dolu dolu yutkundu:
– Abla!
– Ne var?
– Senden yardım istiyorum. Kız kardeşim için… “IŞIKLI AYAKKABILAR İSTİYORUM…” diye tutturdu. Geceleri uyumuyor, durmadan ağlıyor, bizleri de ağlatıyor… Ona istediği ayakkabıyı alacak paramız yok… Para istemiyorum. Kardeşime bir çift ışıklı ayakkabı al… Söz veriyorum; çalışıp borcumu öderim. Kardeşim hasta, çok hasta…
– !!!
Bu son söylediği söz, duyabildiğim son söz oldu. Ondan sonra neler anlattı tam hatırlamıyorum. Cesareti… açık sözlülüğü… kendinden eminliği… kız kardeşi… ışıklı ayakkabılar… Borcumu öderim…kardeşim hasta…
Kafam kazan gibiydi. İçinde, bu biçarelerin problemleriyle alâkalı bir sürü soru dolaşıp duruyordu…
– Abla, tamam mı? Alacak mısın, canım kardeşime ışıklı ayakkabı?
– !!!
Bu sualle derin uykudan uyanır gibi kendime geldim. Birkaç saniyelik suskunluktan sonra lâfı değiştirmek istedim:
– Gazoz, limonata ister misin?
– !!!
Bu teklifim ümitlendirmiş olmalı ki gözleri parladı, içindeki umut ışığının gözlerine nasıl yansıdığını gördüm. Bu sefer daha heyecanlı konuşmaya başladı;
– Arabanı yıkarım… O aşağıdaki otoparka bırakmana da lüzum kalmaz. Kollarım, sahip çıkarım. Herkesten daha iyi bakarım… Çocukları yanına yaklaştırmam, yıkar temizlerim de… Borcumu ödeyene kadar, daha fazlasını da yaparım yeter ki kız kardeşim gülsün…
– !!!
O istek dolu bakışları… Gözlerimin içine; “Ne olur evet de” der gibi nazarları, beni bitirdi desem yeridir… Çoktan razı olmuştum ama bunu şimdilik belli etmeden biraz korksun bu metodla problem çözme alışkanlığı olmasın istiyordum.
– Bilmiyorum, düşünmem lazım! Sen şimdi bırak boş lafları, bir şekilde ödeteceğim sana bu camın parasını da… Biraz ailenden, kardeşinden bahset…
– Annem, bir de beş yaşında kardeşim… Babam yok, bizi bırakıp gitmiş. Neden, niçin evini terk edip gitmiş bilen yok! Annem önceleri temizliğe gider bize bakardı. O zamanlar ben okula da gidebiliyordum. Ama sonra hasta oldu ve doktor çalışmasını yasakladı. Şimdi evde sabunluk, elbezi, patik, lif falan örüyor, ben de pazarlara götürüp satıyorum. Biraz da komşuların yardımı oluyor. İşte öyle düşe kalka geçinip gidiyoruz.
– Annenin hastalığı ne?
– İnce hastalık mı ne diyorlar!
– Verem mi?
– Ama geçti diyorlar, elhamdülillah, şükürler olsun. Şimdi iyi, sadece yorulmaması lazımmış o kadar.
– Peki ya kardeşin, onun nesi var?
– Tam bilmiyorum, doktorlar ‘Çok yaşamaz’ demişler anneme… O da gizli gizle hep ağlıyor… Bizden yaşlarını saklasa da ben her şeyin farkındayım. Kardeşim de nereden görmüşse? “Bana ışıklı ayakkabı” diye tutturdu, gece gündüz durmadan ağlıyor, annemi de beni de ağlatıyor.
– Adın ne senin?
– Mehmet!
– Kaç yaşındasın?
– On iki…
– Peki Mehmet, bak ne güzel dertleşiyoruz, konuşuyoruz bunun için cam kırmana ne lüzum vardı? Bana acı çektirdin, moralimi bozdun! İnsanlardan bir şey isteyeceğin zaman onlara zarar vermen gerekmez, gider konuşur derdin, problemin neyse anlatırsın olur biterdi…

Bu sefer başını iyice önüne eğdi, bir iki kez arka arkaya yutkundu:
– Beni dinlemeniz için yaptım! dedi fısıldayarak, gözlerinden inci tanesi gibi yaşlar yuvarlandı yerlere.
– Camımı kırmadan da gelip bunları bana anlatabilirdin.
– Hakikaten dinler miydin?
– Elbette dinlerdim! Hadi şimdi iç limonatanı, şu kurabiyeleri de ye, sonra da size götür beni annenle tanıştır, tamam mı?
– !!!
O nasıl bir sevinçti aman Allah’ım? Gözlerindeki çakmak çakmak yıldızlar rahat görünüyordu… O nasıl bir sevinçti ki, zıplasa başı tavana vuracaktı lakin kendini zor tutuyordu yavrucağız. Biraz cesareti artmış olacaktı ki:
– Abla! dedi, çekinerek ve devam etti: Ben yedim, bu kalanları kardeşime götürebilir miyim?
– Sen ye, giderken kardeşine de alırız.
– Olmaaazzz! Müsade edersen bunları götüreyim, müsade etmezsen yenisini aldırtmam. Sen kardeşime ayakkabı al kâfi… Bu iş olsun başka hiçbir şey istemiyorum…
– !!!
Hepten bitmiştim. Gözyaşlarım çoktan “hazırol”a geçmiş “başla” emrini bekliyordu. Zorladım sustum… Çocuğun yüzüne bakamıyordum, sadece sustum!

***
Aileyle tanıştım, Mehmed’in anlattıkları aynen doğruydu. Yerinde görmeme, onlara destek olma kararıma sebep olduğu için camın kırılmasına bile sevinir olmuştum. Vakit kaybetmeden aileye arabama aldım çarşıya çıktım.

– Elif, nereye gidiyoruz biliyor musun?
– Nereye?
– Sana ışıklı ayakkabı almaya.
– !!!
Aman Allahım! Bir çocuk bu kadar mı güzel güler… Bu kadar mı yakışır gamzeler, o küçük, saf, temiz yüzünde o masum gülücükler bahar gibi açılıvermişti al al…

Mehmet’le Elif, el ele tutuşmuş önümüz sıra yürüyorlardı, biz de annesi ile arkalarından… Kadıncağız yol boyu, minnet, şükran, teşekkür, duâ… duâ… İçinde ne varsa, elinden ne geliyorsa saydı döktü. “AMİN” dediğimi hatırlıyorum, onun dışında dinlemiyordum, dinleyebilecek durumda değildim… Sadece olup bitenleri boş gözlerle takip ediyordum… Bilhassa Mehmet’i ve Elif’i… Girdiğimiz ışıltılı ayakkabı dükkandaki bütün ışıklı ayakkabılara büyülenmiş gibi bakıyordu küçük kızcağız. Sanki yeryüzünde bir tek kendisi ve sevdiği ışıklı ayakkabılar varmışcasına… Sırayla her birini giyip çıkartıyordu. Hipnotize olmuş gibiydi.
– Bu iyi mi kızım?
– !!!
– Ayağını sıkıyor mu? Acıtıyor mu?
– !!!
Yavrucağız soruları duymuyordu, şaşkındı, inanılmaz mutluydu, sadece ve yalnız ayakkabılara bakıyor gülüyordu. Bütün ışıklı ayakkabıları denedi neredeyse…
– Hangisini istiyorsun?
– !!!
Sorusuna cevap veremedi, âdetâ dili tutulmuştu ve o, ‘Bir süre sonra atlatır’ diye düşündüğüm hipnoz hâli geçmemiş, hâlâ devam ediyordu. Sonunda anne bir seçim yapmak mecburiyetinde kaldı.
– Bu olsun, bunu alalım.
– !!!
Elif, bu söz üzerine uykudan uyanır gibi sıçradı. Utandı, mahcuptu ama pek da kararlıydı;
– Yok! Ben bunu istiyorum, kenarında süsü olanı istiyorum!
– Kızım bak o yazlık, bunu alalım kış geliyor… Hem bak bu da ışıklı… Dudağını büktü, bir süre sustu sonra ağlama öncesi sendromu… dudakları titremeye başladı.
– Ama bunun kenarında süsü var! diye tekrarladı.
– Elif hangisini istiyorsa onu alacağız… dedim. “Hem bak Elif ne diyeceğim, bir çift ayakkabı almak gibi bir mecburiyetimiz de yok. İki, üç hattâ dört tane bile alabiliriz…”
– !!!
Yavrucağızın tek derdi, KENARINDA SÜSÜ olanına sahip olmaktı. KENARINDA SÜSÜ OLAN’ını ve annenin beğendiğini de alıp çıktık muhabbetle.
Her akşam iş dönüşü küçük kızı ziyaret etmek alışkanlık yaptı bende. O nu görmeden duramıyordum. Öyle tatlıydı ki… “O’na bu kadar bağlanmak doğru muydu bilmiyorum?” Bencilliğinden mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışarak hep Elif’e koştum.
– Ayy! Bu kız bir âlem! dedi annesi.
– Ne yapıyor biliyor musun? Her gece ayakkabıları siliyoruz, temizliyoruz, iç içe bir kaç poşetin içine koyup ağzını iyice bağlıyoruz, küçük hanım onları koynuna almadan uyumuyor. Bir de, illâki KENARI SÜSLÜ’sü…
– !!!
Elif’i o çok sevdiği ışıklı ayakkabıları ile, umutsuzluğunun dışa vurumu mekânlarda kapı kapı dolaştırıyor olmak bana çok dokunuyordu. O kenarı süslü ışıklı ayakkabıları ile nerelere gitmedik ki… Lunaparklar, çocuk sinemaları, çocuk tiyatroları, hayvanat bahçeleri, onkoloji servisleri, radyoterapi merkezleri, lâboratuvarlar…

Her canı yandığında o can acısının bedelini aldı!
Acıdı mı?!… “Niye” diye sormak bile gelmiyordu ki aklına… “Niye buradayız, niye canımı yakıyorlar?” diye sormadı hiç…
Niçin, o çok sevdiği kenarı süslü ışıklı ayakkabıları ile ilaç kokulu hastane koridorlarında dolaştığımızı da… Avuçlarıma teslim ettiği minicik ellerinin, kalbimde derin bir yarayı kanatıyor olduğundan habersizdi. O hayatın getirdiklerine razıydı, hem de bizlerden çok daha fazla. Umut Allahü teâlâdan kesilmezdi. Lâkin sebepler âleminde yaşıyorduk. Sadece iyi bakılması şartı ile belki bir kaç ay daha…
Bir kaç ay sonra…
Bir cumartesi sabahı… Hıçkırık sesleriyle kapıya koştum… Kapıyı açtığımda Mehmet’i elinde Elif’in pek sevdiği kenarı süsülü ışıklı ayakkabıları ile yere yığılmış hıçkırır buldum. Soru sormak “Ne oldu?” demek hiç bu kadar mânâsız gelmemişti bana…
– İşte ayakkabıları getirdim abla!
– !!!
Üzerimde pijamalarım, terliklerim, Mehmet’i kapımın önünde bırakıp koştum… koştum… koştum… Odanın ortasına yığılıp kalmış, şaşkın, acı dolu boş boş bakan bir çift anne gözü ile buluşana kadar koştum, yığıldım kaldım…
– Canım evladım! Kızım… kızım gitti!… Uçup gitti!… Ellerimden, avuçlarımdan kayıp gitti! Ne acelesi, ne telaşı vardı anlayamadım…
– !!!
– Baksana ablası! KENARI SÜSLÜ IŞIKLILARINI bile almadan gitti…!
– !!!
Hiç konuşamadım o gün, sadece ağladım ağladım! İçimdeki onca kalabalığa rağmen yalnızmışım…Meğer ne çokmuşsun bende Elif kız!
Sen gittiğini sandın değil mi? Ben de öyle sanmıştım… Ama hayır!… Her şeyinle kalmışsın! Giden sadece bedenin olmuş

Elifçiğim! Ruhun bende kalmış, gözlerin bende… Hasretin bende kalmış, özlemin de…Sen bende kalmışsın, ben yalnızlığın içinde… Kenarı süslü ayakkabıların ellerimde….
– Ragıp Karadayı

Etiketler: ,
📆 05 Temmuz 2020 Pazar 00:13   ·   💬 0 yorum   ·   ⎙ Yazdır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ERZURUM'DA HAVA

ERZURUM
Esentepe Avrupa Konutları
YENİ SAYI

YAZARLAR

RÖPORTAJLAR

ANKET

Üzgünüm, şu anda etkin anket yok.

BAĞLANTILAR