Eskiler; “üslûb-ı beyân ayniyle insan” derler. Bu ibare ile insan; konuşma tarzı, kullandığı kelimeler ve kurduğu cümlelerle kendisini açığa koyar. Lisan; kimliğin ve kişiliğin birebir dışa vurumudur. Biz ne isek ifade şeklimiz de odur demek isterler.
Üslup; sadece lisanımızda değil; dünya görüşümüzde, hayatı algılayışımızda, oturup kalkışımızda, attığımız her adımda kendisini hissettiren bir kişilik özelliğidir. Aynı coğrafyanın ve kültürün insanlarında bir ortak payda husule gelir. Pek çok konuda benzerlikler göze çarpar. Bu müşterek tavır, millî üslubu meydana getirir.
Bizler, Asya’dan getirdiklerimizi Anadolu toprağıyla yoğurarak; bin yılda kendi üslubumuzu oluşturduk. Bu oluşturma; kolay olmadı. Yüzyılların imbiğinde damıtıldı. Binbir tecrübenin terkibi ile mayalandı. Zengin tarihî birikimlerin, farklı esintilerin, değişik ilhamların karılmasıyla ortaya çıktı. Şark’ın hadiseleri topyekün ve üstten değerlendiren derin bilgeliği bu üslubun kalıbı oldu. Biz, bu iklimde kendi üslubumuzu yarattık.
Bu üslup her şeyden önce insaniyetçi idi. Cihan devletleri kurduk. Sınırlarımız içinde yaşayan hiç bir kimsenin diline, dinine, hukukuna dokunmadık. Bu üslubun esası; insanı koruyup gözetmek odaklıydı. Değil mi ki her şey insan içindi. Bu üslup; aynı zamanda mensuplarını ileri hamlelere doğru taşıyan dinamikleriyle, aksiyoner ve dışa dönük bir üsluptu.
Bu üslup; Batı’nın “hümanizma” adıyla benimsemeye çalıştığı “insancıllık”anlayışından farklıydı. Avrupa’nın çoğu zaman sadece kâğıt üstünde kalan, başka din, mezhep, ırk ve renk farklılıklarını bir türlü hazmedemeyen taassubuna karşı alabildiğine insaniyetçi idi. Bu cihet, kimliğimizin en başat özelliklerinden biri olarak dikkat çeker.
“Veren el alan elden üstündür” diyen bu üslubun unsurları içinde iyi bir teşkilatçı yapıya sahip olmak da vardır. Bu sebepten atalarımız elindekinden, gönlündekinden vermeyi; ölçüye, hesaba, kanuna, tüzüğe oturtarak “Vakıf Teşkilâtları” kurdular.
Sadece fakir, muhtaç, düşkün ve hastalar için değil; kuşlar ve tabak kıran hizmetçiler için dahi vakıflar ortaya koyarak; “Vakıf Teşkilatı” misyonunu insanlık kültürüne armağan ettiler.
Çıkar hesaplarının, insan unsurunu göz önünde bulundurmanın çok önüne geçtiği bir dünyada, bu insaniyetçi üslubun hareket mihveri “adalet” ve “edep” kavramlarıydı.. Bu iki kavramın medeniyetimizin iki temel noktası olduğunu görmekteyiz.
Kutadgu Bilig de dahil; pek çok edebî esere, bu iki prensip damgasını vurdu. Uzun asırlarımız boyunca bu iki kavramı hayatla buluştura buluştura bugünlere geldik.
“Adalet” kavramı genel anlamda hak ve hukuka uygun davranmak, doğruluk olarak tarif edilebilir. Ferdî bağlamda ise insanın kendi iç düzenini sağlaması, kendi dengelerini oturtması, kendi kıvamını bulması olarak düşünülebilir. Bu noktada adalet “kendini bilmek” düsturuyla birleştiğinden edep olarak tezahür etmektedir
Kendi iç dengelerini oturtmak konusunu biraz açalım: Bu durum; kendisine söz geçirmek, kendi kendisinin efendisi olmak olarak ifade edebileceğimiz bir olgunluk halidir. Bu noktada husumet, hırs, kin, intikam,öfke, şiddet gibi sivrilikler budanmış, aşırılıklar törpülenmiş ferdin iç dünyasına bir sükun hali, bir âhenk hakim olmuştur. Fert, duygularının dizginini elinde tutmayı, onları dilediği gibi yönetmeyi öğrenmiştir. Kendi sınırlarında dolaşmış; haddini, hududunu tanımıştır. “Kendini bilmek” denilen bu konuma ulaşmak; bir ceht işidir. Bu ceht; şuurlu olarak her an kendini yoklama ve insanî boyutta daha üst bir noktaya taşıma hamlesi olarak tanımlanabilir. Bu ceht, kişinin ömür denilen kısa seferinde kendi kendisini feth etme çabasıdır.
Bugün bizim bir üslubumuz var mı?
Dünyayı değerlendirmede belli bir bakış açımız, yaşama düzenimizde belli kıstaslar, belli prensiplerimiz var mı? Hayat ve hadiseler karşısında kararlı yönelişlerimiz, oturmuş ölçülerimiz, tutarlı çizgilerimiz mevcut mu? Yoksa şirazemizi bir türlü bulamıyor muyuz? Kendi içimizde bir türlü durulmayan metcezirlerle mi boğuşuyoruz. Belki de her seferinde kendimize bile yabancı gelen tepkiler ortaya koyuyoruz. Veya günün gelişine, hadiselerin seyrine ve menfaat hesaplarına göre eğilip bükülen, işin şekline göre durmadan değişen bir düşünce ve hareket tarzımız var.
Sahi bizim bir üslubumuz var mı?
Bizim gelenekten gelen bir üslubumuz vardır. Bu üslup tek kelime ile yukarıda zikrettiğimiz gibi “insaniyetçi” bir üsluptur.
Fakat günümüz Türkiyesinde bu üslubun belli noktalarda sekteye uğradığı söylenebilir. Toplumumuzun genelinde birbirimize karşı giderek artan bir öfke, sabırsızlık, tahammülsüzlük ve ötekileştirme hali var.
Basında şiddet kaynaklı haberleri okuyup işitmek; kavga, gasp, yaralama, cinayet hadiseleri ile karşılaşmak sıradanlaşmaya başladı. Evde, işyerinde, sokakta, otobüste her yerde şikâyet, her yerde huzursuzluk ve her yerde kavga görmek kanıksadığımız bir durum oldu. Kırıcılık ve yıkıcılıkta sınır tanımıyoruz.
Asık suratlı, gergin, öfkesi burnunda, en ufak bir kıvılcımla bile patlamaya hazır bir toplum haline geldik. “Pire için yorgan yakmalar”ın, “bir bardak suda fırtına koparma”ların doğurduğu sahte gündemler; hayatımızıı kuşatır oldu. Küçük tartışmalar ve fikir ayrılıkları her kesimde kavgaya ve kaba kuvvete kolayca dönüşebiliyor
Siyasilerimizden, yani ülkeyi yönetenlerden ve ülkeye yön verenlerden hiç değilse ideal ölçülere yakın bir tavır içinde bulunmaları beklenebilirdi. Ama “balığın baştan kokması” cümlesini hatırlatıcasına en sert, en keskin, en amiyane çıkışlar onlardan geliyor. Özlediğimiz devlet adamı tipinin ağırlığını, vakarını ve zarafetini beyhude arıyoruz. Ama aslında şaşılacak bir şey yok. Onlar da toplumun genelini yansıttıkları için böyleler.
Birbirimizi hoşnut etmek, arkalamak, sahip çıkmak, esirgemek, desteklemek, himaye etmek gibi kültürümüzün temel aktarımları çoğu zaman hayatın içinde kendisine yer bulamıyor.
Bu tablo bize yakışan bir tablo değil!. Bu bir sapma hali, bu rayından çıkan trenin kazaya uğramış halidir. Şahsen bu insaniyetçi yanımızın değişmediğini ve değişmeyeceğini düşünmekteyim. Tozlarımızı silkelediğimizde asli halimizle parıldayacağımıza inanmak boş bir hayal değildir.
Tekrar kendi çizgimizi bulacağız. Zira sadece bizim değil; bütün bir dünyanın bizim asırlar içinde işlediğimiz bu insaniyetçi üsluba ihtiyacı var. Bunu daha fazla zaman kaybetmeden farketmeli, bu prensibe yitik malımıza kavuşmuşcasına dört elle sarılmalıyız. Zira bu anlayışı ayağa kaldırıp, güçlü bir şekilde cemiyetin bünyesine yedirmek gibi bir sorumluluğumuz var. Selamın sünnet olduğu, tebessümün sadaka yerine geçtiği, büyüğün küçüğe, güçlünün zayıfa, zenginin fakire borçlu sayıldığı geleneksel yapımız yeniden neşvünema bulacaktır.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Belkis hanim çok tesekkur ediyorum. Ne dogru bir analiz, ne guzel bir anlatim. Uzun zamandir boyle guzel bir makale okumamistim. Zevkle okudum. Temennilerinize katilmamak mumkun degil. Tespitleriniz çok dogru maalesef.. Bir Ulke’de insanlari ayristirir otekilestirirsek, o Ulke’de o insanlardan iyi, durust ve kanunlara saygili olmalarini bekleyemeyiz. Ulke’miz maalesef ki bozuk sistemler yumagi. On teker nereye giderse arka tekerde oraya gider misali… Balik bastan kokardi eskiden simdi toptan kokuyor. Bu çarpik duzenide o tabloyuda degistirmek biz vatandaslarin elindedir. Saglikli kararlardan saglikli toplumlar olusur…Insanlarin aç yataga girmedigi, dil, din, irk, mezhep, renk cinsiyet v.s ayirimi gozetilmeden, insanin insan gibi yasadigi bir Ulke hayâl ediyorum..Guçlunun zayifi ezmedigi, fakirin zengine heveslenmedigi, zenginin fakiri hor gormedigi, Adalet’in esit dagitildigi adil bir Turkiye, adil bir Dunya diliyorum hepimiz için… Uslûbunuz muhtesem… Evet “üslûb-ı beyân ayniyle insan…” Tesekkurlerimle…
Serap Durmazpinar Kuruhasanoglu / France