Bizde hoş bir söz var.
Belki dahaları da var ama, aklıma gelen ilk o oldu:
“Davul dengi dengine!”
***
Eskiden böyleydi insanımız.
Üç aşağı beş yukarı biribirine eşit…
Yani aynı hizada, ya da eski deyimiyle: Müsavi.
***
Dikkati çekmeye çalıştığım eşitlik, para, pul, mal, mülk anlamında değildi tabi.
Her yerde olduğu gibi, bizde de zengin de vardı, yoksul da.
Çoğunluk orta halliydi ama.
Haddini bilen, hakkına razı, gönlü alçak ve bir o kadar da zengin çok sayıda insan yaşardı Erzurum’da.
***
Aynı mahallede, damı toprak, duvarı nemli, tavanı mertek kaplı kerpiç evlerde yaşardı insanlar…
Kimsenin biribirinden çok da farkı olmadığından, dayanışma ve kaynaşma önde gelirdi doğal olarak.
Komşu, komşu değil de akrabaydı sanki.
Herkes çoğu zaman destursuz girerdi mahalledeki evlere.
Belki nezaketen “ben geldim” deme anlamında tıklatılan bir kapı, belki uzaktan haykırılarak verilen bir selam, işte o kadar.
***
Aynı mahallede yaşayan “yaşıt” kızlı – erkekli çocukların çoğu biribirleriyle süt kardeştiler.
Çoğu acıkan bebenin karnını komşu kadın göğsüne bastırarak doyurduğundan, kardeş olmuştu veletler biribiriyle.
Süt anası vardı mesela bizim mahallenin.
Sadece süt veren değildi “ana” olma ünvanı alan.
Mahallenin tüm yaşlı kadınları her birimizin anasıydı.
Abla olanı da vardı elbet, bacı olanı da.
Tabi yaşça daha gençti ablalar, bacılar.
***
Anlayacağınız huzur vardı eskinin Erzurum’unda.
Tabi bir o kadar da dostluk ve ahbaplık.
Hani komşuda pişen, mutlaka bize, bizde pişen de komşuya illâ ki, düşerdi.
Kışkançlık, haset, çekememezlik, düşmanlık yaşanmazdı pek.
Kavga, dövüş, çekişme nadiren de olsa görülür, ama mahallenin büyükleri araya girince öfkenin şişirdiği yelkenler birden bire iner, kavga edenler sarılarak barışır, ortam yatışırdı.
***
Eskinin gençleri içki de içerdi, sigara da. Çoğu içerdi, çok da içerdi yani.
Ama bir büyüğün yanında asla.
Elindeki sigarasını, avucunun içinde yanma pahasına saklardı delikanlı, ta ki, karşıdan gelen mahallenin büyüğü, yanından geçinceye kadar.
Kim olursa olsun o büyük, değişmezdi bu uygulama. Sigara ya yere atılır ve üzeri çiğnenir, ya da avucun içine saklanırdı bir çırpıda.
***
Düğün hepimizindi, ölüm de öyle.
Mahallenin en alt başında vefat eden bir uzak komşunun acısı anında hissedilirdi evin içinde.
Sanırdınız ölen sizin en yakınınız. Öyle acı duyar, öyle etkilenirdiniz.
Gözler nemlenir, bir yandan cenaze hazırlıkları başlarken, bir yandan da yemekler pişirilir, tencere tencere taşınırdı cenaze evine.
***
Bugünkü gibi gasıl arabaları yoktu. Caminin demirbaşı bakır kazanı getirilir, evin önünde yakılan kocaman ateşte ısıtılan su ile yıkanırdı cenaze.
Teneşir de caminin malıydı, tabut da.
Kapının önünde yakılan ateş üzerindeki iri kazan, “evde cenaze var”ın işareti gibi görülürdü.
***
Toy, düğün deseniz bi başkaydı.
Ne arardı bugünün o modern salonları.
İki, üç derme çatma düğün salonu, işte o kadar.
Biri Köşk, biri astsubay gazinosu, bir diğeri de Kombina’nın yemekhanesiydi.
Orkestra ile henüz tanışmadığımız, “dans” nedir bilmediğimiz günlerde, bir zilli tefi vardı düğünlerin, bir de kranatası (klarneti.)
Genelde kadınlara yönelikti düğünler.
Salonda erkek namına bir çalgıcılar (müzisyenler) bulunur, onlar da araya gerilen perdenin gerisinden çalar, söylerlerdi.
***
Bi bakarsın çocuğun biri gelmiş, perdeden içeri kafasını uzatmış, anasının isteğini iletiyor:
“Emi, anam dedi ki, sabıni goydum legene’yi çalsın!”
Çalgıcının tepkisi anlamlı:
“He oğul he, çalaram. Get de, anan oynasın!”
Batmazdı iğneli sözler, kimse sert sert dönüp bakmazdı biri birine.
Anlayış ve mütavazılık en geçerli akçesiydi Erzurum insanının.
***
Ya şimdi!
Nerede o Erzurum, nerede eskinin o güzel insanları?
Esamisi okunmuyor billahi.
Dünün biribirine kaynaşmış mahallelerini, mahallelerinde yaşayan o güzelim hatırşinas insanlarını bulmak imkânsız.
Artık Erzurum biribirine yabancı, artık Erzurum daha bir başka.
El’den el gibiyiz.
O eski mahallelerin yerinde yeller esiyor.
Ne bizim Dere Mahallesi’ni, ne Çırçır’ı, ne Muratpaşa’yı, ne Gez Mahallesi’ni, ne Kadana’yı bulmak mümkün değil.
Giden gitti, ölen öldü, kalan sağlar ise ortada işte!
***
Hani sormak gerekse yani:
“Kim var gidenlerin, kim var ölenlerin yerinde?”
Bakın çevrenize, göz atın alttaki-üstteki komşunuza, ne demek istediğimi anlarsınız.
Cumhuriyeti kuran şehirdir burası, öyle sıradan bir yer değil.
Üzgünüm ama sıradanlaştırdık koca şehri, mahvettik Erzurum’u.
***
Emanete sahip çıkmamaksa, yaptık bunu.
Zulümse, elimizden geleni ardımıza koymadık.
Hançer, bar içindi.
Şimdi hançerlemek için kullanıyoruz, hem de arkadan ve acımasızca.
***
İster “ihanet” deyin yaptığımızın adına, ister, ister aymazlık, ister bir başka şey.
Sahipsizse Erzurum, kusur da bizim, günah da.
Bu yüzden suçumuz büyüktür, bilesiniz.
***
Diyorum ki, “sıradanlaştırdık” biz bu şehri.
Sadece sıradanlaştırmadık, aynı zamanda kısırlaştırdık da.
Ne sanatta, ne sporda, ne siyasette ve ne de düşünce adına var mı “marka” ismimiz.
Topal koyunumuz bile yok ki, öne düşsün.
Keçiler artık Abdurrahmançelebi!
Sürü ise çobansız.
***
Bu yüzden şaşkınız.
Bir o kadar da garip ve biçare.
Denizin ortasında yalpalayan, hedefini şaşırmış tekne misali.
Rüzgar hangi yönden esiyorsa, istediği yöne savuruyor bizi.
Ama o tarafa, ama bu tarafa.
***
Oysa dün o teknenin dümeninde Nuh vardı.
Kaptanımız sağlamdı, bu nedenle gam etmiyorduk hiçbir şeyi.
Kardeştik hepimiz.
Ne demekti Kürt, ne demekti şii, alevi, sünni.
Bir bütünün parçaları değil miydik?
Bayrak bizimdi, ezan da, vatan da.
Bu kadar benimsemiş, bu kadar sağlama almıştık yarınlarımızı.
***
Havuzbaşı’nda cuma veya pazar akşamlarında bayrak seremonisi yapılır, askeri bando İstiklal Marşı’nı çalarken, göndere çekilirdi bayrak, ya da saygıyla indirilir, itinayla katlanır ve kaldırılırdı.
O anda araçlar yolda, insanlar kaldırımda durur, saygı gösterirdi bayrağa.
Hep bir ağızdan söylenirdi İştiklal Marşı.
Saygı vardı o gösterinin ruhunda, sevgi ve bir o kadar da sahiplenme duygusu.
***
O seremoni Havuzbaşı’nda yine yapılıyor.
Ama artık askeri bando törene katılmıyor, artık Mehmetçik “ben buradayım” demiyor, artık İstiklal Marşı hep bir ağızdan okunmuyor maalesef.
Küçük bir tören kıtası geliyor bayrak direklerinin başına.
Bayraklar indiriliyor, işte o kadar.
Sessiz, garip ve de öksüz!
***
Niye biliyor musunuz?
Niye sıradanlaştı bayrak töreni.
Net bir bilgiye sahip değilim, sanırım tören sırasında bazı küstahların İstiklal Marşı’na aldırış etmeyip, yürümeyi veya araç kullanmayı sürdürmesi, yılların geleneğini kaldırdı ortadan.
Acı ama, neden bu galiba.
***
Bir öneri:
Diyorum ki, önümüzdeki haftadan tezi yok, yeniden başlatalım aynı törenleri.
Toplanalım cuma akşamı saat 17.00’de Havuzbaşı’nda…
Askeri bando da gelsin, birlikte söyleyelim İstiklal Marşı’nı…
Ay yıldıza saygıyla, hürmetle bakarken…
“Korkma” diye haykıralım, “Korkma, biz varız” diyebilelim.
***
Minarelerinden günün 4 vaktinde Peygamberi’ne salat ve selam gönderen Erzurumlu, şanlı bayrağını, önceden olduğu gibi yine İstiklal Marşı ile göndere çekmeli, aynı marş ile ve tazimle indirmeli gönderden.
Her hafta, aynı saatlerde ve inadına.
Böyle olmazsa şayet…
Yani o milli ruh ve dayanışma diri tutulmaz ise…
Filan gelmiş, filan gitmiş, filen seçilmiş, falan seçilememiş!
Bunun çok da önemi kalmıyor.
Öztürk Akkök
Sayın Öztürk,bir başkadır benim memleketim şarkısını,Ayten Alpman okurken hiç aldırş etmez dinler geçerdik.Yazınızda da belirttiğiniz gibi el , olduk düşman olduk birbirimize. Bir kültür erozyanına uğrayan şehirden manzaralar,bizleri derinden yaralamaktadır. Orhan Gencebay’ın ne sevenim var ne de soranım,öyle yanlızım ki, şarkı sözlerinde buluverdim şehrimizi. Başlangıç için ses oldunuz kaç kişi duyar hiç bilemiyorum. Keyifle okudum.Yüreğinizin güçü kalemize yansımış. Ülkü İle Kalınız.