Kurmay albay Rıza bey, emeklilik günlerini torunlarıyla meşgul olarak ve evinin bahçesiyle uğraşarak geçiriyordu. Bu yeni yetmelerin derslerine el atmak ve onlara gelmişten geçmişten bahsetmek bu yaşlı askerin en büyük zevkleri arasındaydı.
Rıza beyin lise son sınıf öğrencisi torunu Ceren’in edebiyat dersi ödevi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” adlı deneme kitabıydı. Ceren; “dedeciğim, Tanpınar, İstanbul’u, Konya’yı, Bursa’yı, ve Ankara’yı anlatırken hep bu şehirleri şehir olarak dile getirmiş de niye Erzurum’u yazarken bu şehirden çok bu şehrin insanlarını söz konusu etmiş?”diye sordu.
Rıza beyin yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. “Anadolu’nun birçok yerinde dolaştım. Her köşeyi ayrı sevdim. Her beldeye ayrı bağlandım. Gittiğim her yerde ülkemin birbirinden güzel insanlarından nice hayat dersleri aldım, nice irfan zenginliği ile tanıştım. Ama büyükannenizle ilk gittiğimiz yer olan Erzurum insanı, bende çok derin izler bıraktı. Durun yeri gelmişken size bir hatıramı nakledeyim” dedi.
“Gölcük’te vazife yapan genç bir üstteğmendim. O sene hayatımdaki önemli değişikliklerin arefesindeydim. Yıllık izinde memleketim Amasya’ya gidecek, bir buçuk yıldır nişanlı olduğum babaannenizle düğün yapacaktım. Nimet benim çocukluk arkadaşımdı. Aynı sokaklarda oyun oynamış, aynı ilkokulda o birinci sınıftayken ben beşinci sınıfta okumuştum. Sonra ben askerî liseye gittiğimde yollar ayrıldı. Yaz tatillerinde gördüğüm babaanneniz de artık benden uzak duruyor, arada sırada rastladığında ise soğuk bir selamla yolunu değiştiriyordu. Araya mesafeler girmişti girmesine ama bu mesafeler onu bana daha da yakın etmişti. Nihayet okul bitince Nimet’i istettim. O yaz evlenip genç eşimle birlikte Şark hizmetini yapmak için Erzurum’a gidecektik. Bu şehri seferberlikte göç ederek Amasya’ya yerleşen komşu büyüklerden çok dinlemiştim.
Heyecanlı ve karışık duygular içinde Gölcük’ten otobüse binmiştim. Hayat önümde yeni bir sayfa açıyordu. Amasya’ya vardığımda annem ve babam beni büyük bir sevinçle karşıladılar. Nimet, etraftan çekindiğinden olsa gerek sevincini pek belli edemese de kızaran yüzü, ışıl ışıl yanan gözleri ile kendisini ele vermişti. Onun ailesi de bana çok büyük bir sevgi ve yakınlık gösterdiler. Çocuklarını yurt yuva etmek telaşı içindeki bu iki mütevazi aile hummalı bir düğün hazırlığı içindeydiler. Müşterek bir dostun büyücek bir bahçesinde sade ama samimi bir düğün töreni düzenlemiştiler. Koşuşturmalı ve telaşlı sayılı günlerden sonra evlendik.
Düğünden sonra ikimizi de dönüş heyecanı sardı. Ben önden gidip Erzurum’da bir ev tutacak, sonra da gelip genç eşimi yeni evine götürecektim. Her şey planladığımız gibi gelişti. Erzurum’da Mumcu caddesine açılan bir sokaktaki toprak damlı, iki katlı bir evin üst katını kiraladım. Arkasından Nimet’i Erzurum’a getirdim. Bu haneye yerleşmemiz zor olmadı. Zira bütün eşyamız bir kat yatak, iki kilim ve birkaç kap kacaktan ibaretti.
Fakat ev dediğinizin eksiği bitmiyordu. Her gün yeni bir şey almak ihtiyacı hasıl oluyordu. Sonunda hem bugünler için bir kenara koyduğum üç beş kuruş para hem de maaşım daha ayın ortasını bulamadan eriyiverdi.
Babannenize belli etmemeye çalışsam da çok sıkıntılı günler geçirdim. Geceleri uyuyamıyor, bir çare bulmak derdiyle kıvranarak sabahlıyordum. Nihayet askerî mektepte benden bir kaç sınıf önde okuyan yüzbaşı İhsan ağabeye baş vurmaya karar verdim. Bir çare bulmuş olmanın rahatlığıyla o gece rahat bir nefes aldım. Ertesi gün karargâhta gözlerimizle İhsan ağabeyle uzaktan gözlerimizle selamlaştık. Bu karşılaşma ile beraber akşamki kararlılığım bir anda tuzla buz oldu. “Nasıl isterim, o da benim durumumda üstelik iki de çocuğu var” diye düşündüm. Bu tereddütlü alıp vermeler ile öğle tatilini buldum. Yemekhanede aynı karavana etrafında toplanan meslektaşlarımın arasına sessizce sokuldum. İhsan ağabeyin yakınındaki bir masaya oturdum. O, yanındaki arkadaşlarla hararetli hararetli konuşurken söylenenlere ister istemez kulak kabarttım. İhsan ağabey ile üstteğmen Kâmil bey, geçim derdinden bahsediyorlardı. İkisi de gelir gider tablolarını denk düşürememekten yakınıyordu. Bütün ümitlerim suya düşmüştü. Ağzımdaki lokmaları çiğnemeden hızla yutarak, yemekhanenin bahçesine çıktım. Yüreğim sıkışmakta, sert bir rüzgâr yüzümde dolaşmaktaydı. “Başka ne yapabilirim” diye düşünürken aklıma nişan yüzüğümü satmak geldi. Henüz parmağıma geçireli uzun bir zaman olmamışken, bu halkayı satmak fikri başlangıçta beni çok rahatsız etse de sonunda ilk fırsatta bir yenisini alabileceğimi düşünerek; kendimi teselli etmeyi başardım.
Fakat genç eşime bu durumu nasıl açıklayacaktım. ‘Zaten son aylarda bir hayli kilo verdim, farkında olmadan düşürmüşüm’ fikriyle kendimce bir çıkış yolu buldum. O gün akşamı zor ettim. İş çıkışı hızlı adımlarla Cumhuriyet caddesinden geçerek Taş Mağazalara doğru yürüdüm. Tophane’de önüme çıkan ilk kuyumcu dükkânına girdim. Beni sıcak bir alaka ile karşılayan kuyumcunun yüzüne bakmadan parmağımdan çıkarıp da avucumda sakladığım yüzüğü tezgâhın üzerine koydum. Bir çırpıda da “bu yüzüğü satmak istiyorum” dedim. Kuyumcu, benim sıkıntılı hâlimi farketmiş olmalıydı. Eline aldığı halkayı hassas terazinin gözüne koyup tarttı. Sonra da bana dönerek saygı dolu bir sesle “üstteğmenim yüzüğünüzün değerini ben size para olarak vereyim. Ama siz bu yüzüğü parmağınıza geçirin. İstediğiniz zaman borcunuzu ödersiniz.” dedi. O anda yüzümü bir ateş sardı. Bu kuyumcu bana ne söylemek istiyordu. Yoksa perişanlığımı anlamış mıydı? İstemeden ağzımdan “hiç öyle şey olur mu?” Cümlesi döküldü. Sonradan adının Mahir olduğunu öğrendiğim bu genç kuyumcu o müşfik tavrıyla “niye olmasın, hem de pekâlâ olur”. Dedi. İlk defa gözlerimi kaldırarak bu yumuşak sesin sahibine baktım. Bu umur görmüş çehrenin dostane nazarları ile hafifledim. İçimi bir sıcaklık kapladı. Biraz evvelki gerginliğimden eser kalmamıştı. Yüzüğümü kapıp, kayıp malımı bulmuşcasına süratle parmağıma geçirirken, o bana bu alışılmamış alışverişin hesabını uzatmaktaydı. Yüreğimin minnetle titrediğini hissettim.
O günleri yeniden yaşıyormuşcasına heyecanlanan Rıza bey; Ceren’e, “işte yavrum, bu hikâyeyi her hatırladığımda kalbim; insandaki insanlık cevherini açığa vuran bu tecrübenin saadeti ile dolar. Şimdi Tanpınar’ın Erzurum’u anlatırken niye şehirden çok Erzurum’luyu anlattığını anladın mı? “ Dedi.
Bu yaziyi okuyan her kisinin icinin nasil titredigini hisseder gibiyim. Boyle hikayelere ve de hala yasayan orneklere ne kadar da ihtiyacimiz var bu gunumuzde. Umarim vatanin her kosesinde hala icinde sonmemis kivilcimlari olan boyle insanlik tohumlari vardir. Az veya cok uflemeyle alevleneceklerdir. Birlik olunca da daha guclu alevler yukselecektir. Belkis hoca her an bu alevin azalmamasi icin arkamizda olacak ve nefes vermeye devam edecektir.
Belirtmek istediğim bazı hususlar var: 1)Erzurum işte böyle olgun tavırlı insanlarından dolayı benim aşkım. 2) Bu güzel hatıradaki kişi(ler) bana biraz tanıdık geldi. 3) Borç almak kadar vermenin de bir kültür seviyesi icap ettirdiğini düşünüyorum. Borç isteyen kişinin zaten kalbi kırıktır, utanıyordur. “Ne oldu, niye böyle oldun?” gibi yaralayıcı sorular yerine verecekseniz çıkarın verin. Kırk dereden su getirmek de çok çirkin. İsteyen, bunu yaptığınızı anlar. Müsait olmadığınızı nazikçe söylemek daha doğru. İnsanlık sizden yardım isteyen birine yardım edemediğinizde “nasıl yardım edebilirim” diye kafa yormaktır. Siz, birinden borç isteyip sizden isteyene verin. Ya da bir zaman sonra “kardeşim durumun nedir? Yardım edemedik ama halledebildin mi?” diye onu unutmadığımızı ve ihtiyacı olduğu için sırt çevirmediğimizi hissettirmeliyiz. Böyle yapmazsak daha da kalbi kırılır. Arkadaşlığımızın yerinde yeller estiğini görünce de “ben ne yaptım ki?” diye sormayalım. Borç vereceksek, “beni borç isteyecek kadar kendine yakın gördüğün için teşekkür ederim” demeyi de ihmal etmeyelim.