Kırık dökük kelimelerle henüz konuşmaya başlayan; etrafına gülücükler saçan sevimli bir çocuktu o. Annesinin kucağı en emin yerdi, en korunaklı beşik. Mesut bir sığınak, teklifsiz bir barınak. Gönlü kaygısız, zihni tasasızdı. Genç anasının şefkatle titreyen yüreğinden, muhabbetle eriyen gözlerinden yayılan saadetle sarılıp sarmalanır, hazla kuşatılırdı. Dünya öylesine güzel, kendisi ise öylesine özeldi. Düğmeye basıldığında öten horozu, kurulduğunda düdüğünü çala çala giden treni ve oyuncak pandası ile keyifli mi keyifli idi.
Tanıma, yoklama, dokunma, arama, bulma, keşfetme çağındaydı. Her hâli dikkatle takip edilir; yarım yapıldak her cümlesi, yerli yersiz her minik dokunuşu evin içine bir havai fişek gibi düşer, hane halkına bir şehrayin sevinci yaşatırdı. Körpe bir sürgün, dumanı üstünde tüten taze bir nefesti o. Ezel defterinde yazılmış çizilmiş, dünya bostanında ekilmiş biçilmiş, ömür tezgâhında dokunmuş sökülmüş sonra da yerin altında sabahsız uykulara dalmış milyonlarca cana nispetle turfanda bir başlangıçtı. Menbaından henüz fışkıran su gibi duru ve şeffaftı. Oyuncağı elinden alınınca aydınlık yüzü karışır, gözleri yaşla dolardı. Daldan dala konan kelebek gibi anında hâlden hâle dökülürdü. Çoğu zaman yanaklarını çukurlaştıran inci tebessümleri ile berrak bakışlarının parıltılarını etrafa saçardı. Saf neşe dedikleri böyle bir şey olmalıydı.
Bu minik adam mutlu, bu insan ufağı huzurlu idi. Hayat; yatağında akan bir nehir gibi öylesine kendiliğinden yol alır; önüne çıkan kumu, çakılı, taşı ardında bırakarak mesafeden mesafeye atlardı. Zaman vefasız, hüküm fermansız, devran pervasızdı.
O körpe can; yokuşları uçarcasına tırmandı, inişleri bir solukta hakladı. Bu berzaha ayağı düşmüş diğer fanilerle aynı duraklarda konakladı. Çocukluk, ilk gençlik, gençlik bir deli rüzgâr gibi savrulup geçti. O, o okuldan bu okula, şu dersten bu derse yetişirken gönlünde ümit bestelerinin bin bir nağmesi çağıldar, başında hayal pınarlarının bin bir ahengi kaynaşırdı.
Kovalamaca, elim sende, körebe oynayan yılları geride bırakmış; artık iş güç, ev bark sahibi genç bir adam olmuştu. Fakat hayat ona yaşamanın zor bir zenaat olduğunu döndüre döndüre anlatmak adına kollarını çoktan sıvamıştı bile. O iyimser tabiatın başı; bazen karlı dağların dorukları gibi sisten, dumandan görünmez olurdu. Yollar sık sık çatallaşır; geceler bitmemecesine uzanır, günler sık sık zifiri siyaha boyanırdı. Hayat ufukları bu “iki kapılı han”da giderek; al-pembeden boz bulanığa, boz bulanıktan açıklı koyulu griye doğru dalgalanıp dururdu. Bu yaman menzilin kırıp dökenleri, vurup delenleri, devirip dürenleri amma da çoktu.
Sızlayan kalbini, sancıyan dimağını hangi seherlerin şafağında serinletecekti. Dipsiz karanlıkları hangi sarı sıcak güneşler aydınlatacaktı. Derin vadileri hangi köprüler aşacaktı. Yitik muratları hangi masal perileri avucuna koyacaktı. Yoksa bu çıkmaz sokaklarda tıkanıp da kalmak mukadder miydi. ?
Maruz kalınanlar; varlık bilmecesinin bir rüknü müydü? Zaman ağına taktığını niye böylesine eğip büker, felek ocağına düşeni niye böylesine ezip geçerdi.
“Kapıların kar bacaların dar” olduğu bir günün akşamında iç ağrılarını dindiren bir cümle ile karşılaştı. “Her olanda bir hayır vardır.” Bu ibare belli bir oranda üzerindeki toz tabakalarını dağıtmaya, yüreğindeki yoğun ağırlıkları azaltmaya yetti. Hafifledi, rahatladı, teselli buldu. Fakat o kadarla da kalmadı. Bu ifade ısrarlı bir alacaklı gibi durmadan zihninin kapılarında bekleyip kaldı. Ruhunun açıklarında seyredip durdu. Bu durum karşısında genç adam; bu çok katmanlı anlam birliğinden sızan ışık huzmelerinin yol göstericiliğinde yürümeyi talep etti. Bu talebin ete kemiğe bürünmesi ise ciddi bir ceht işi idi. Ayrıca bir başka limana demir atmaya çabalamak demekti.
Şer gördüklerini başka ufuklardan seyretmeyi denedi. Çetrefil gördüklerini sabır ve tahammül ile çözmeye uğraştı. Zorlukları kolay tarafından yakalamaya çalıştı. “Felek; bu yükleri taşıtmayı gerekli kılıyorsa, o nispette de kuvvet veriyor olmalı” diye aklından geçirdi.
Bu kararlılık, yaman bir tecrübeydi. Kendini kunt bir mermer gibi düşünüp onu sabırla yontacak; gayret etmekten yılmayacak ondan Michelangelo’nun dediği gibi “konuş ya Musa” dedirtecek kadar sahici bir sureti ortaya çıkarmaya çalışacaktı.
“Belki de kendini “inşa” ve “ihya” faaliyetinde bu kanunsuz dağlar, bu dipsiz uçurumlar, bu hadsiz hesapsız manialar birer yapı taşı rolünde” diye düşündü. Feridüddin Attar‘ın Mantık-ut-Tayr’ını hatırladı. Değil mi ki; “Simurg”u bulmak için yol koyulan kuşlar meşakkatin envaiçeşidi ile karşılaştılar. Kimileri bu amansız sefere dayanamayıp geri döndüler, kimileri de hedefe varamadan telef oldular. Maksada eren az sayıdaki kuş ise aradıkları “Simurg”un bizzat kendileri olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldiler. “Her ne arar isen kendinde ara” ifadesindeki ezel hükmü azim ve sebat sonucunda tecelli etmişti.
O, bu düşünce ekseni etrafında dönüp dolaşırken; gayret kemerinin beline dolandığını fark etmedi bile.
Eyvallah Sevgili Hocam, yazıyı okurken gözümün önüne neler geldi. Hepsi de birbirinden güzel ferah. . Allah razı olsun. Müsekkin gibi. Çok çok muhabbetler. .
Kendimizi yeniden farketmemiz, giderek butun ulus olarak icinde yasadigimiz mekanla ve onun sakinleriyle de butunleserek ele gelmesi giderek zorlasan yasam ortamimizi adim adim yeniden kesfetmemize ve ona nekadar bagli ve bagimli oldugumuzu bize anlatmaz mi? “Belki de kendini “inşa” ve “ihya” faaliyetinde bu kanunsuz dağlar, bu dipsiz uçurumlar, bu hadsiz hesapsız manialar birer yapı taşı rolünde” sozleri gunumuze son derece uygun br gonderme olmus. “Her ne arar isen kendinde ara” ifadesi de nekadar herzamanli ve hemzaman bir deyim imis. Sanirim yeniden tanıma, yoklama, dokunma, arama, bulma, keşfetme çağına donduk!. Bu ince noktalari bize hatirlatan bu yazisi icin Belkis hoca varolsun-sagolsun.