MENÜ ☰
Büyük Erzurum Sofrası
Erzurum Haber Gazetesi » Yazarlar » BİR GERÇEK HİKÂYE : ERZURUMLU SALİH
Belkıs Altuniş Gürsoy
Belkıs Altuniş Gürsoy
Tüm yazıları için tıklayınız.
BİR GERÇEK HİKÂYE : ERZURUMLU SALİH


Hafız Yusuf Efendi; heyecanla Üç Kümbetler’in etrafında dolaşıyor, bir yandan da düşünüyordu. Oğlu mektubunda icazet aldığını, bir haftaya kadar yola çıkacağını yazmıştı. Vapurla Trabzona kadar gelecek, oradan kara yoluyla Erzurum’a varacaktı. Kendi hesabına göre bugünlerde artık ulaşması gerekirdi.

            Güneş solgun ışıklarını yavaş yavaş toplarken, o “artık bugün de gelmez” diyerek adımlarını evinin sokağına doğru sıklaştırdı. Bunca yıl sabırla beklemişlerdi. Ama bu dönüş haberini aldıktan sonra sanki zaman durmuş, her dakika bir yıl olmuştu. “Beklemek zor. Allah kimsenin gözünü yolda koymasın” diye iç geçirdi.

Tam kapıya yanaşmıştı ki, “efendi baba, ben geldim” diyen sıcak bir sesle irkildi. Oğlu, bir adım arkasındaydı. Salih; aradan geçen yıllar içinde  uzamış, zayıflamıştı. Yusuf Efendi; bu aydınlık yüze, bu içten yanan  gözlere hasretle  baktı. Bu, bir rüya mıydı yoksa? “Oğul, geldin mi”dedi. Beş yıldan beri istanbul’da medrese eğitimi gören oğlu Salih’i büyük bir hasretle kucakladı. Nadide Hanım ise pencere önünde günü akşam etmiş, bu kavuşma anını  iple çekmişti.

O da evladını gözyaşları içinde bağrına bastı. Evin içinde bir gürültü, bir kıyamettir koptu. Kucaklaşma ve hal hatır sorma fasıllarından sonra sıra hediyelerin dağıtımına gelmişti. Salih, harçlıklarından biriktirdiği parayla, küçük yeğenleri için Eyüp oyuncakcılarından tahta oyuncaklar getirmişti. Büyükler için de Mısır Çarşısı’na  ve Mahmut Paşa’ya kadar uzanmış; kim ne sever mantığıyla ufak tefek hediyeler almıştı.  

            Aile üyeleri sevinç içinde yer sofrasının etrafına çevrildiler. Hepsi Salih’e teker teker soruyor, soruyorlardı. İstanbul, ne menem bir yerdi. Medrese odasında neler vardı. Aynı odada kaç kişi kalıyorlardı. Dersleri zor muydu.  Hocaları nasıldı. Ne yeyip ne içmişlerdi. Evi özlemiş miydi. İcazetini kimden almıştı. Salih, bir yandan bu soru sağanağına  cevap yetiştiriyor, bir yandan da anasının elinden çıkmış ayran çorbasını büyük bir iştahla içiyordu. Nadide hanım; sessizdi. Bu mutluluk anının her zerresini içine sindirmek adına zamanı dondurmak istiyordu. Gözlerini ısrarla oğlunun muntazam çizgilerinde dolaştırıyor, bu yüzün her milimetre karesini hafızasına nakşetmeye çalışıyordu. “Şükür yarabbi. Bugünü de gördüm ya, artık ölsem de gam yemem” diye mırıldandı.

            Salih, büyük bir coşkuyla anlatıyor, anlatıyordu. Üç- dört gün ailesi sordu o cevapladı. Salih sordu, onlar anlattılar.

             Delikanlı önce Kurşunlu, sonra Pervizoğlu Medresesi’nde okurken, daha ilk günlerden hocalarının dikkatini çekmişti. Dersleri büyük bir dikkatle dinler, bir duyduğunu bir daha unutmazdı. Müderris Müstakım-zade Halis Efendi; “ben bu yeni yetmeyi hem seviyor, hem de sayıyorum. Zihni çok açık, üstüne üstlük kemal sahibi daha şimdiden” demişti. Aradan dört sene daha geçti.

Hocası  Salih’i İstanbul’daki kendi hocası Fatih dersiâmlarından Sabuncuzade  Kadri Hoca’ya göndermek niyetindeydi.. “Sayılı günler gelip geçer. O da benim hocamdan feyiz alsın istiyorum” dedi. Aileyi ikna etmesi zor olmadı. Anne, bu karara razı olmamışsa da ses çıkarmamıştı. “Böyle hevesli bir gencin önünü açmak lazım.Yoksa vebal altında kalırım.” Diye aklından geçirdi. Bir sonbahar günü onu uğurladıklarının üzerinden ise beş yıl geçmişti. Mektuplarda iyilik haberlerini almışlar, teselli bulmuşlardı. Arkalarında bıraktıkları  bu zamana ne de çok şey sığmıştı. Ama nihayet ayrılık bitmişti.

            Konu komşu, akraba, eş dost derken evleri hoş geldin demeye gelenlerle doldu taştı. Nihayet ilk üç beş günden sonra kalabalık çekilmiş, herkes yerini bulmuştu. Nadide hanım, geceleri kalkıp oğlunun oda kapısına kadar gider, onun orada bulunduğundan emin olmak isterdi.  Bu kapı önünde bir kaç dakika bekler, fakat içeri girmeye cesaret edemez, sonra yaptığından utanarak geri dönerdi

            Bir iki hafta sontra tahta sandıklarla kitap denkleri de çıkageldi. Delikanlı sandıkları açtı. Büyük bir itina ile yerleştirdiği kitap istiflerine  sevgi ile baktı. Her birinin satır aralarında gözlerinin izi vardı. Nice geceler soğuk ve rütubet medrese odasında, kandilin titrek ışığında tiftik hırkasına sarılarak oturmuş, nice geceler rahle başında sabahlamıştı.

      Salih, yakında Pervizoğlu Medresesi’nde iş başı yapacaktı. Bu arada Kevelciler Çarşısı’nda esnaf olan babasına yardım etmeye başladı.

            Fakat tam da o günlerde Askerlik Şubesi’nden çağrıldı. Celbi gelmişti. Eve bir sessizlik çökmüştü. Her biri kendi cephesinden koyup kaldırıyor, bu ayrılık üstüne ayrılığı içlerine oturtmaya çabalıyordu. Evde kimse halini diğerine belli etmeden, bu hesapta olmayan seferi kabullenmeye çalışıyordu. Aralarında hiç konuşmasalar da, sessizce bu gidişe hazırlandılar. Nihayet teslim olma günü geldi çattı.

Hısım akraba eş dost, konu komşu  Salih’i uğurlamaya geldiler. Hanenin içi  düğün evi gibi kalabalıktı. Gelenler töredir diyerek hediyeleriyle gelmişlerdi. Bazıları el örgüsü yün çoraplar, eldivenler, yün fanilalar,  kat kat içlikler hediye ederken; bazıları da açma kete, kör çörek, tandır ekmeği çıkınları hazırlamıştı. Küçük keseler içinde para verenler de bir hayli çoktu. Salih’i dualarla uğurlarken, arkasından bir kaç maşrapa su dökmeyi de ihmal etmediler. Yusuf Bey; ailesine “bu bir görktür. Sakın ağlamayın.

Yolcunun arkasından ağlamak hayra yorulmaz. Evladımızı bugün için yetiştirdik” dedi. Arkasından da ilave etti. “Biz asker ailesiyiz. Başınız dik, gönlünüz ferah olsun”. Bu gayri ihtiyari olarak ağzından dökülen cümleleri yanan yüreğini mi, yoksa hane halkını mı rahatlatmak için sarfettiğini Yusuf Efendi’nin kendisi de bilemedi.  Fakat içinden bir parçanın koptuğunu duyar gibi oldu.

            Aradan üç ay geçmişti. Salih’ten sağlık haberleri veren iki mektup aldılar. Üçüncü bir mektup daha. Bu mektupta Yemen’e gönderileceğini yazıyordu. Arkasından Yemen ahvalini anlatan bir mektup aldılar.  Çölün zahmetini, şartların güçlüğünü dile getirdikten sonra  “Bana hakkınızı helal edin” diye yazıyordu.

Yusuf Bey, bu mektubu aile üyelerine titrek bir sesle okurken, gözyaşlarının sakalını ıslatmasına mani olamadı. Sanki bu satırlar bir veda idi. Sanki bu satırlar Salih’in onlara dünya diliyle son seslenişiydi. Kız kardeşler sessizce gözden kaybolup tenhalarda göz yaşlarını tülbentlerine, yakalarına içirdiler.

Nadide Hanım, evin böylesine toz duman olduğu bir zamanda metanetini koruması  gerektiğini hissetti.  Efendi, “elle gelen düğün bayram. Sağ gitti, selamet gelir inşallah, üzülme” dedi. Bu mektuptan sonra delikanlıdan ses sada kesildi. Aradan iki buçuk sene geçmişti. Bazı tanıdık bildik gençlerin şehadet haberi gelmiş; aileler,  gururla karışık bir keder bağlamışlardı. Bazı gençler de yaralanmış, sakatlanmış  olarak geri dönmüşlerdi. Ama Salih’den bir eser yoktu. Yusuf Efendi, ikide bir askerlik dairesine gider, fakat her seferinde eli boş dönerdi.. Kimileri “şehit olmuş ama cenazesi çölde kaybolmuştur” dediler.

Bazılar ise “esir düşmüştür, bekleyin bir yerden çıkar” diyerek teselli verdiler. Belki de hafızasını kaybetmiştir, sakatlanmıştır ondan çıkıp gelemiyordur “diyenler bile vardı. Evcek yürekleri ağızlarındaydı. Yusuf Efendi, çoğu zaman işini gücünü unutur, şehire geleni gideni sorguya çekerdi. Her yola çıkan asker kafilesini yakalayıp da, her nefer adayına  “gittiğiniz yerde Erzurumlu Salih’in izini aramayı unutmayın” diye sıkı sıkı tenbih ederdi.

Her terhis olup gelene de “bir şey duydunuz mu?  Diyerek telaşla sorar ama beklediği haberi bir türlü alamazdı.

            Günlerce bir  ayak sesi beklediler.  Dışardan bir tıkırtı işitseler, nerede bir gürültü duysalar oraya koştular. Aradan iki yıl daha geçti. Artık kimseye söylemeseler de, ümitler yavaş yavaş tükeniyordu.

            Ama evde biri vardı ki ümit etmekten asla vaz geçmiyordu. Nadide Hanım; her gün kalkıp Salih’in odasına giriyor orada uzun uzun kalıyordu. Oğlunun yastığı ile yorganı ile konuşuyor, kitapları tek tek okşuyordu. Onun bu odada geçirdiği saatler giderek uzamaya başladı. Bazı sabahlar “bugün salih gelecek, rüyama girdi”  diyerek, mutfağa girer, oğlunun sevdiği yemekleri pişirip saklardı.

Hane halkı alışkın oldukları bu halleri anlayışla karşılar, “bu daha ne kadar sürecek, hep gözü yollarda”  diye üzülürlerdi. Yine bir sabah uyandı. Yavrumu gördüm. “Salih’im anne kavuşmaya bir şey kalmadı.” Dedi.  O gün  kendisinden umulmadık bir gayretle mutfağa girdi. Büyük bir zevkle yemek yaptı. “Bunlara kimse dokunmasın.

Siz eve ayrıca yemek pişirin” diye söylendi. Sonra pencere önündeki yerine oturdu. Gözleri yolda, kulakları kirişte, yüreği esintide idi. Bir yandan tesbihini çekerken, bir yandan da “Biliyorum bir şey kalmadı, kavuşmak yakındır”diyerek heyecanını bastırmaya çalıştı. Bir zaman sonra yanına vardıklarında onun  kaskatı olmuş bedeni ile karşılaştılar. Yüzünde derin bir huzur ve dudaklarında mesut bir gülümseme vardı. Belliydi o, Salih’ine kavuşmuştu.

Belkıs Altuniş Gürsoy

📆 30 Mayıs 2011 Pazartesi 11:53   ·   💬 5 yorum   ·   ⎙ Yazdır

“BİR GERÇEK HİKÂYE : ERZURUMLU SALİH” için 5 yanıt

  1. Bahar Aksoy dedi ki:

    Bu hisli hikayeyi okuyup da yüreği sızlamayan var mıdır acaba?

  2. Tekin Yiğit dedi ki:

    Bu hikaye yalnızca Erzurumlu Salihin değil tüm Türkiyenin.. yazılarınızın devamını bekliyoruz

  3. Handan Haksevenler dedi ki:

    ellerinize sağlık, ne kadar güzel anlatmışsınız.. son zamanlarda okuduğum en güzel hikaye..

  4. Canan Şahin dedi ki:

    Ne kadar samimi ve güzel bir anlatım, hocalığınızın da etkisi var herhalede.. okurken kah Salih, kah Nadide Hanım, kah evdekilerden biri gibi hissettim kendimi..

  5. Taha Gürsu dedi ki:

    Sıcacık bir hikaye, kaleminize sağlık. Diğer yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyorum…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ERZURUM'DA HAVA

ERZURUM
Esentepe Avrupa Konutları
YENİ SAYI

YAZARLAR

RÖPORTAJLAR

ANKET

Üzgünüm, şu anda etkin anket yok.

BAĞLANTILAR