Gogol (1809-1852); sıradan insanların acılarını ve yoksulluklarını dile getiren realist bir Rus hikâyecisidir. Bu bağlamda kaleme aldığı “Palto” (Kaput) hikâyesi, kendisinden sonra gelen yazarları önemli ölçüde etkiler. Dostoyevsky; “biz Gogol’un Palto’sundan çıktık” diyerek bu etkilenmenin boyutları hakkında fikir verir.
Gogol, memurlarla ilgili olarak da hikâyeler kaleme alır. Dünya Edebiyatı’nda demiryolu işcileri hikâyeleri, balıkçı hikâyeleri, yolculuk hikâyeleri, hastahane hikâyeleri, gurbet hikâyeleri, savaş hikâyeleri gibi belli meslek gruplarını, belirli insanlık ve dünya hallerini konu alan yazarlar vardır. Gogol, bir çok hikâyesinde memur dediğimiz meslek mensuplarının temel özelliklerini çok iyi bir şekilde kurgulayıp, güçlü bir biçimde anlatır. Zaten o, insanı en sade ve en yalın haliyle kavrayarak; çarpıcı bir şekilde vurgulamayı başaran usta bir kalemdir. Bu memur hikâyelerinden şöyle bir sonuca ulaşabiliriz :
Memuriyet, insan yaradılışına terstir. Çünkü bir memur kendisine verilen işi kendisinden istenildiği şekliyle, belli bir zaman aralığında yapmak durumundadır. Çoğu zaman inisiyatif kullanamaz. Bazı işlerin tabiatı da buna ihtiyaç duyurmaz. Memur, rutin mesai saatlerine ve belli bir mekâna bağlı olmak zorunluğundadır. Bütün bu dar ölçüler içinde yaşamak mecburiyeti zaman içinde onu sınırlar ve bunaltır.
Memur; zeki ve liyakat sahibi de olsa, bazen kendisinden daha az kabiliyetli, daha az dengeli ve tutarlı bir amirin gölgesinde çalışmak; bazen ezilmek, bazen de haksızlığa uğramak durumuna düçar olabilir. “Emaneti ehline veriniz” sözünün çok uzağına düşen uygulamalarla karşı karşıya kalabilir. Böylesi hallerde ses çıkarması, hakkını araması ne yazık ki; çoğu zaman pek de mümkün olmaz.
Bu konuma ilaveten memur, çoğu zaman üstlerine yaranmak ihtiyacını duyar. Terfi etmek, göze girmek, yerini sağlama almak, hesapta olmayan bir tayine mani olmak, gadre uğramamak gibi endişeler taşıdığından üstündekilere karşı; bazen saygı sınırlarının ötesinde bir yaklaşım göstermesi söz konusu olabilir. Üsttekiler de; böylesine mutlak bir itaatten, iltifattan ve her istediklerinin kanun hükmünde kararname mesabesinde olmasından beşer olmanın tabii bir gereği olarak hoşlanırlar. Bu mecburi saygı, itaat ve iltifat politikası sahibini içten içe yaralar ve kendi gözünde de değer kaybına uğramasına sebep olur.
Ayrıca memur; rutin işleri belli kurallar çerçevesinde yaparak, zamanını tükettiğinden kendisini geliştirme fırsatı bulamayabilir. Mevcut potansiyel güçlerini ortaya koyamayabilir. Sahip olduğu bir takım kabiliyetleri, “işlenmeyen demirin zaman içinde pas tutması” gerçeğine uygun olarak körelebilir. Bir çok halde, “testiyi kıranla suyu getiren aynı kefeye konulduğundan” çalışma azim ve hevesi kırılabilir. Eğer memuriyetin dışında bir hobi, bir yönelme alanı, bir faaliyet sahası bulamazsa açığa çıkmamış güçleri kendisine dahi kapalı kalır.
Buraya kadarki değerlendirmeler; Gogol’un yorumunun bizdeki yansımaları, bizdeki çağrışımlarıdır. Şahsen, bu hikâyeleri okuyuncaya kadar meseleye bu gözle bakmak aklımıza gelmemişti. Ama doğrusu Rus yazarın tespitlerinin ne ölçüde haklı olduğunu düşünmeden de edemedik.
Eskilerin tabiriyle “kolu kolçaklı” olmayı, yani bir devlet dairesine kapağı atmayı bir hayat garantisi olarak görme zihniyeti hepimizin içine işlemiştir. Bunda da haklılık payının büyük olduğu inkâr edilemez. Her şey bir tarafa insanlar; hayatlarını kazanmak zorundadırlar. Memuriyet de; meşru bir kanaldan maişetini temin edebilmenin yaygın ve emin bir yoludur. Burada bu konumun aleyhinde olduğumuz gibi yanlış bir sonuç çıkarsa üzülürüz. Günümüzde gönlünün seçtiği işi yapmak, keyfince meslek beğenmek neredeyse lükstür. Ayrıca her iş saygı değerdir. Bunun üstüne işin hakkını vermek; o işi en iyi şekilde yapmaya gayret etmek; her halükârda saygı üstü saygı değerdir. Zira emek kutsaldır. Hayatımızı kazandığımız bazen da mecbur olduğumuz işimiz; bize çok geniş ufuklar açmasa, iç donanımımıza zemin hazırlayacak kapılar aralamasa da; ekmek teknemiz olduğu için başımızın tacıdır. İşimizin eksik bıraktığını farklı hobilerle meşgul olarak, yan kanallardan yürüyerek tamamlamak elimizdedir. İnsan yeter ki buna talip olsun.
Ama bir de konunun bir başka yanı vardır. Şimdi o husus üzerinde bir kaç cümleyle olsun duralım:
Eğitimde esas, kendi ayakları üzerinde durabilen, kendine güvenenen, cesur, atılgan ve üretken fertler yetiştirmektir. Bunun için de eğitim; gençleri yapabilen, üretebilen, farklılık yaratabilen, ilim, teknoloji ve sanatta çığır açabilen bir anlayışa yöneltmeyi tavsiye eder. Ancak bu yolla, ilim ve teknoloji ithal eden değil; ihraç eden ülke olunur.
İç güçleri zorlayan ve gizli kapasiteyi açığa çıkaran bir iş kolu; hem şahsın kendisini gerçekleştirmesini sağlar, hem de kişisel mutluluğuna vesile olur. Amatör ruhla profesyonel bir şekilde mesleğini icra etmek asıl olandır. Hangi meslek alanı olursa olsun; o işte olumlu bir farklılık yaratmak, alışılmış kalıpların dışına çıkarak daha iyi bir yapılanmayı mümkün kılabilmek, sistemi daha verimli ve etkin bir hale getirmek mümkündür.
Kişinin kendi kabuğunu çatlatmasına vesile olacak; alandaki statükocu anlayışı kıracak bir iş ideal olandır. Zira çalışan hem işini, hem de kendisini geliştire geliştire yol alacaktır. İnsan iş yaparken kendisini keşfeder. İş de, kitaplardan değil; pratik hayatta yapıla yapıla, tecrübe kazanıla kazanıla zamanla öğrenilir. Her işin bir çıraklık dönemi vardır. Bu dönemde mevcudu koruyarak, o alanda sizin önünüzden yürüyenleri taklit ederek, onların izinden giderek mesleğinizi icra edebilirsiniz.
Kalfalık döneminde ise işi öğrenmiş olduğunuzdan konuya hakim olursunuz. Bu safhada zihni, ruhi ve bedeni melekeleriniz o mesleğin icaplarına göre şartlanır ve şekillenir. İşin girdisini çıktısını, kısacası düzeninin işleyişini kavrarsınız. Burada mevcut yapılanmanın zaaflarını, eksik yanlarını, aksayan taraflarını görmeye başlarsınız. İçten içe çareler üretme yoluna gider; alışılmışın dışında da bir takım uygulamalara baş vurulabileceğinizi düşünürsünüz.
Ustalık dönemi ise tabiri caizse artık kendi patentinize imza atma dönemidir. Bu konumda yenilik yapma, sınırları zorlama, daha iyiye ulaşma konularında adım atabilirsiniz. O işi en iyi şekilde gerçekleştirmek hususunda kendinize mahsus yeni metotlar keşfedebilirsiniz. Belki de daha köklü bir şekilde yapıyı temelinden değiştirebilirsiniz. Geleneğimizde mevcut olan Ahilik nizamında da usta olup, “Peştamal Kuşanmak” seviyesine yükselebilmek için o zenaata bir ilki getirmeniz şartı arandığını hatırlayalım. Ustalık safhası; hem kendi ilklerinizi, hem de o alanın ilklerini ortaya koyma zamanıdır.
“Açılmamış kanatların büyüklüğünü göremezsiniz.” Atasözü ne doğru bir sözdür. Herkese kanatlarını sonuna kadar açabilme imkânı verebilme, kendi güç ve imkânlarının sınırlarını farketmesine fırsat tanımanın gerekli olduğu düşünülebilir. Ülkemizde çok dar ve zor zamanlarda mucizevi başarıların hayata geçirildiğine tarih, defalarca tanıklık etmiştir. Fertlerin hayatında da bu böyledir.
İmkânlar, fırsatlar ve mecburiyetler bize kanatlarımızı kullanma imkânı verir. Yoksa kanatların sınırı, ihtiyaç noktasıyla sınırlı kalır., İç ve dış güçlerimizi ihtiyacımız nispetinde harekete geçirir, lazım olduğu kadarını kullanırız. Fazlasına gerek duymayız. Oysa sıkışık dönemlerde fark edilmedik nice potansiyel gücün kinetik güç haline geldiğini, hepimiz çeşitli vesilelerle denemişizdir.
İnsan; neleri başarabileceğini, hangi mesafelere kadar açılabileceğini ancak iş yaparken deneme fırsatı bulur. Dara düştüğümüzde, başımız sıkıştığında neler yapabileceğimizi görmek; gerçek kapasitemizi fark etmek bizleri bazen hayrete düşürür.
Prens Sabahattin (1877-1948); XX. yüzyılın başlarında bizim dünyamızda, “adem-i merkeziyyet” (tek bir merkeze bağlı kalmama, yerinden yönetim) “teşebbüs-i şahsî” (ferdi girişkenlik, özel teşebbüs) kavramlarını işlemiştir. Bu anlayış; gençlere kendi işlerini kurmalarını tavsiye eden; yaratıcı hamleler gerçekleştirmelerini, alışılmış konumların dışında istihdam alanları üretmelerini salık veren bir yaklaşımdır. Ayrıca, ferdi imkânları zorlayarak; ülkenin ve dünyanın gerçeklerini dikkate alarak, hem kendileri hem de etrafları için ayak basılmamış çalışma alanları, yeni varlık sahaları göstermenin gerekliliği üzerinde durur.
Günümüzde şartlar; bu talebe daha fazla imkan tanır ve bu anlayışa daha fazla prim verir bir hale gelmiştir.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Ellerinize sağlık.. yine çok tatminkar-zarif ifadenizle, bir kez daha silkelenmemize vesile oldunuz..
ben bir ilkokul öğretmeniyim, çok erken yaşta çalışmaya başladım dolayısıyla da erken yaşta emekli oldum. İlk bir kaç zaman çok güzel geçirdim.. hep ertelediklerimi yapmaya gayret ettim. Fakat bir zaman sonra sıkılmaya, dahası pas tutmaya başladım.. şimdi okuma yazma bilmeyen hanımlara ders veriyorum. çok mutluyum.. çalışmak insanın işe yaradığını hissettiren bir uğraş.. sizde yazınızda çok güzel ifade etmişsiniz..